günlerin getirdiği

selamlar okuyucu,

anakaraya ayak basmamızın üstünden bugün itibari ile tamı tamına iki koca sene geçmiş. iki sene dediğin nedir gülüm dediğini duyar gibiyim okuyucu, gülüm mülüm, ya sen hayırdır?

bir muhasebe yapalım gel senlen. kendimi şey gibi hissettim, rizede iki yıllık yüksekokulumu okurken okulumuz üç bloktan oluşurdu. a, b ve c bloklar. c blok arkası çay bahçelerine bakardı at meydanı denen yerde. okul diğer tüm rize il sınırı gibi milliyetçi muhafazakar olduğundan böyle top sakalla gelen oldu mu, kız arkadaşının elini tutan falan koluna girip gel senlen şöyle bir c bloğun arkasına geçelim denirdi. sonrası malum, klasik. neyse okuyucu gel senlen muhasebe yapalım kısmını bu tonla söylemedim tabi. daha mağrur, sana reddedemeyeceğin bir teklif sunacağım tadıyla. yav bak yine aklıma bir şey geldi. zamanında daha gülce ile tanışmamışken, ekşi sözlükte çarşamba sohbetleri diye bir başlık vardı. ben de takip ederdim. sanırdım ki böyle bir takım kelli felli abiler, takım elbiseleri, puroları falan oturup, iş güç, mercedes, karı, kız konuşuyorlar. sonradan gülce vasıtası ile tanıştık, lan bildiğin taksimde en ucuz bira nerde içilir diyen, metalci, asidci ne kadar tip varsa bunlardaymış. muhabbetin bir tek karı kız kısmını tutturmuşum resmen.

neyse okuyucu iki sene önce dün yani bir kasım 2015 seçimlerinin olduğu gün tüm yurdu yasa boğarız, yarın herkes arkamızdan hüngür hüngür ağlar diye yola çıkmıştık. öyle ya çok önemli insanlarız. tabi bazı daha önemli şahsiyetler boş durmadılar, dubaide aktarma noktasında evde tutulan yüzde ellinin kara haberini almıştık. insanda bu çok değişik hisler uyandırıyor. kaçtım mı ben şimdi, ama ben kaçmadım, ama ama bizim bir hayalimiz vardı, ay hev e cirim be abicim derken iki kasımda adelaide atatürk havalimanına iniverdik. gece onbir gibiydi. daha hava alanında garip olduk, acaba içeri alacaklar mı, visa grantler kimde, pasaportlar, hadi annenleri arasana derken, görevli memur gelip, nabıyonuz amugagoyim burası gümrük, kapat şu telefonu, ver bakim pasaportu diye girdi. tabi biz o an anlam kargaşaları içindeyiz. gümrükteki hanımefendi son derece kibar bir şekilde lafa girip, bizi ülkeye kabul etti, ama biz alık moddayız. çıktık ve bir taksiye binip, ülkede kafayı koyacağımız ilk yastığa doğru yola koyulduk.

o ilk akşam unutulmaz. çok acayip, duygusal olduğundan değil, tuttuğumuz air bnb evindeki elemanlar yastık diye baklava hamuru kıvamında bir şey koymuşlar. zaten yirmi dört saattir havadayız bir de yastık faciası, üstüne cetleg falan derken yine bana haram geceler. ertesi gün aslında aynı gecenin devamı, zabahın beşinde attık kendimizi sokağa. aaa bir baktık sokağın başında coles market. o zaman o kadar yabancı ki bize. sabahın beşbuçuğunda açmışlar, altı oldu yandaki cafe açtı, ilk kahvaltı. sonra ilk kahve derken ilkler bitmiyordu ama para denen meret suyunu çekiyordu. tabi biz turist gibi tatile geldik zannediyoruz. ama orada bir hayat kurulacak, ev aranacak, iş aranacak, dost aranacak, velhasıl arama motorlarını epey açık tutmak lazımdı. bakın ajitasyona girmeye gerek yok ama biz buraya hakikaten bakkala gider gibi gelmişiz. ne bir ekonomik program ne beş yıllık kalkınma hareketi. ama avustralya sana ne verdi lan tırto dersen, gerçekten ikinci bir şansım olsa onu böyle yapmam, şunu şöyle yaparım deme şansını verdi. şu anki düşünce ve tecrübelerinle ikinci bir doğum gibi. istenmeyen tüylerden kurtulma fırsatı gibi.

şimdi dönüp baktığımda iki sene bazen yirmi sene gibi geliyor, sanki hep burada yaşamışım, bu kültüre hep aşinaymışım gibi, asimilasyonun önde gideni, bayrak tutanı gibi ama bazen de daha yeni geldik lan ne ara iki sene geçmiş, zaman akıp gitmiş, süpermen koş rakı bitmiş der gibi.

yeni bir kültür, yeni yüzler, yeni karamsarlıklar, yeni sevinçler, farklı dünyalar, farklı rüyalar. farklı rüyalar çok güzel şarkıdır ha kargodan, dinleyin derim. bak yine aklıma geldi, günün birinde kanka kişisi ile istanbulun güzide semti olan gaziosmanpaşaaaa’da ki evlerine doğru yoldayız. anlatıyorum adama bak kargonun şarkısı var farklı rüyalar çok güzel falan filan. neyse eve gittik, benim kankanın kocaman bir metrekare odası var. kapıyı tam açıp yatağın yanında göbeği içeri çekince kapıyı tekrar kapatabiliyorsun. o odaya muhtemelen mütayit! önce bir kasetçalar koymuş, sonra kapıyı yapmış. neyse, bu dedi ki oğlum kasetçalarda kargo kaseti var, ablam getirmişti. dedim açalım bi dinleyelim ona göre şarkının yerini bulmak için ileri geri yaparız. anam sen pileye basmanla aynı şarkı başlamasın mı? başlasın. ay biz şok. bu bir mesaj diyip, oradan sarıgüle içmeye. sarıgül deyip geçen, en bi güzel birahanesidir gaziosmanpaşaaaanın.

işte sevgili okuyucu biraz önce gülce diyordu, eeeee ahretlik iki sene geçti, en çok neyi özledin diye. işte bu geyiği özledim be abii. yapamayınca da böyle size ızdırap oluyoruz, yoksa bizim neyimize blogırlık. valla benim cevabım net, yoğurtçu parkında, maçka parkında, asmalı mescitle istiklalin köşesinde tekelden siyah poşetle alınmış biraları iş çıkış, lıkır lıkır gömüp, sonrasında nargile keyfi üzerine kokoreç ve midye dolma. hayatta ki en büyük hayalim bunlardı, yaptım, oldu. ikini sırada kitapçı olsa gerek.zaten az konuştuğum bir dilde değil de kendi anadilinde içeri girip, sağı solu kurcalayıp, almasanda bakmayı, arka kapak yazılarını okumayı, sonra okumuş gibi eşe dosta hava atmayı falan. öylede bir ipnelikler, zırtlanlıklar. kadıköy’de maç gününü yaşamak mesela, iki bira atalım maça öyle gireriz, iki bira da yoğurtçuda atalım, iki bira da stadın önündeki büfelerde atalım derken zil zurna, kalabalıklarla, tanımadığın dostlarınla aynı marşa yumruğunu, mohikanda atkını kaldırmak, samanyolunda maytap yakmak, yaşa fenerbahçeeee diye ciğeri stada bırakmak, yenildiğin maçın sonunda herkes çıkarken, bir köşeye oturup, olsun be haftaya yeneriz demeyi özlüyor insan. allahtan fener kötü, başımızda ikinci bir diktaör var da o kısım çok acı vermiyor, kralalex zamanları gelseydim, gizli gizli hafta sonları kaçardım heralde.

insan yaşadıkça, alıştıkça, öğrendikçe bir yerli olabiliyor. ilk geldiğimiz zamanlarda da yazmışım, geçen baktım ne zaman bir yol tarifi yaparsın ya da sana yapılanı anlarsın, dünkü maçın sonucu üzerine ya da sinemadaki filmin üzerine konuşursun belki o zaman oralı olmaya başlarsın. bak mesela, gelmeden önce parayı har vurup harman savurduğumuz zamanlarda moda caddesi üzerinde bir yerde kahvaltı etmeye gitmiştik. biz böyle menemene vuralım, usta iki çay, biraz daha peynir hayalleri kurarken, mekan bulamayınca bu tükkana oturmuş bulunduk. içerisi fırın gibi, insanlar ekmek falan da alıyo, acaip bir yer. neyse dedik usta sen bize yumurta, omlet bişiler ver. verdiler, yanında ıspanak, bir dilim tereyağlı ekmek üzeri, çırpılmış yumurta. o zaman mesela çok eleştirmiştik, biz pis eleştiririz, sevmediğimizi. ulan bu ne yaa, ıspanak ne iş yeaaa falan diye atarlanıyoruz kendi içimizde. gelince gördük buralar hep böyleymiş. ha bi de neymiş, gayet de lezizmiş. benim at gözlüklerim varmış, lazerle aldırdım burada. demek ki o tükkanı açan adam gitmiş, görmüş, beğenmiş, kendi meşrebince o konsepte uydurmuş.

ha mesela efes pilseni de çok eleştirdik, içtik, çok içtik, efesi zengin ettik ama bir tuborg gerçeği vardı. ama gelip gördük ki a dostlar bira işinde ingilizler, almanlar, belçikalılar almış yürümüş yav. böyle eyl mi dersin, peyl eyl mi dersin, indiyın peyl eyl mi dersin, ne dersen de. ilk geldiğim günler içemedim tabi bunları, onları da eleştirdim. sonraları alıştıkça, efese bir posta daha gömdüm, ama nerde efes görsem, ayyy kıyamam, gurbette efes diye aldım içtim, öyle de yüzsüz bloğunuz.

bak iş arama hikayeleri var daha. gülcenin ayrı benim ayrı. ben zaten hep diyorum, ben olsam bu çalıştığım işi bana vermem, dil desen gel diyolar gidiyorum, git diyolar geliyorum bazen o seviye. ama adamlar verdi, güvendi, ha ben de çalışıyorum allahı var. gülcenin hikayeleri de var, o da kendisi anlatır. bloğunuz vakitlice iki yazardan müteşekkil ama biri yazsana yeaa diye gaz verici daha çok. gülce hanım arada uğrayında bloğun bi sağına soluna bakın, bi üstünkörü tozunu alsanız ona da razıyız, okuyucu bilendi bana az gel de arayı düzelt.

iki sene olmuş okuyucu, iki senedir ne yaptın amına koyim, ne anlatıyon sen bize perşembe perşembe diyosun biliyorum. ben de onu diyorum işte, anlatacak hikaye, gözün gördüğü o da dehşetengiz bir doğa, bahçeli evler, okyanus kıyısında yürüyüşlerle, şükür allaha demekle geçiyor. şimdi huzur diyeceğim de onu nasıl anlatsam bilemem. huzur işte ya, hani sabah erkenden kalkıp, suya ilk senin girdiğin denizler gibi, yaylaya çıktıkça baş döndüren oksijen gibi, boş metrobüse binmek gibi…

öyle kanguruyla, koalayla anlatılmaz gibi sanki. geleceksin, bir biramızı içeceksin okuyucu. öncü biber salçalı bi nohutumuzu yiyeceksin. bir nargile dumanımıza ortak olacaksın, yok öyle üç kuruşa beş köfte. hesabı dert etme, burada senin paran geçmez, bizbizeyiz, hallederiz.

3 comments

  1. bir yazınızda da aylık gelir-giderlerden biraz bahsetseniz tadından yenmez 🙂 esenlikler

  2. iki aydır melbourne’de iki tip türk insanı ile karşılaştım. birincisi karı kız peşinde koşmak için dil kursuna gelen apaçiler. ikincisi ve en dramatik olanı ise, 50 yıl önce buraya gelip uzun bir süre geldiği ülkeyi avusturya sanan adamların aynı performansı sürdüren çocukları. sizin gibi insanlarla neden karşılaşmıyoruz acaba?

    • Kaybedenler kulübünde de geçiyordu ya hani: herkes bu kadar yalnızken nasıl oluyor da herkes bu kadar yalnız? İşte o misal kardeşim herhalde:) dünya büyük biz küçük.. karşılaşmak istersek de karşılaşırız herhalde di mi 🙂 selamlar

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s