2013! Yazdan kalma bir Nisan günü öğlen saatleri… Caddebostan Havelka’dayiz. işi gücü asmışız muhtemelen. Hafta içi olsa gerek çünkü etraf çok sakin. Mekandaki dolu 2-3 masadan birindeyiz. Henüz birbirimizin hayatına gireli 3-4 ay olmuş. Daha evlenmemize de 4 ay var. Susmadan, nefes almadan konuşuyoruz. Geçmişten, bugünden ama en çok da gelecekten. Yapmak için sanki birbirimizi beklediğimiz şeylerden dem vurup hayaller kuruyoruz. En çok da gezmek tozmak, birlikte keşfetmek istiyoruz hayatin orasını burasını, kenarını köşesini. Sonra bir an ah çekip, yahu neden bu kadar geç tanıdım seni diyoruz birbirimize. Sonra farkına varıyoruz… Tam da olması gereken zamanda, vakitlice bulduğumuzu birbirimizi anlıyoruz. Kısık ateşte uzun uzun pişen yemekler gibi lezzeti otursun diye uzunca pişmemiz gerekmiş birbirimiz için, anlıyoruz. Bolca pişip etleri yumuşatmak, köşeleri törpülemek lazımmış, lezzeti oturmuş bir yemek gibi tamam olalım diye. Vakitlice diyoruz sonra. Ne güzel kelime. Sanki dünyada öyle bir koy olsa. Tabelası olsa “Vakitlice ’ye hoş geldiniz”, biz de orada yasasak… İste böyle atılıyor Vakitlice fikrinin tohumları, o gün o kafede…
Evet okuyucu, uzun bir açıklama ile yaptık girizgâhı ama kusurumuza bakma, duygusalız. Gün olarak değil belki ama sene olarak Vakitlice’miz 10 yaşında. Artık istediği yapılmadığında omuzlarını silkip, kollarını orangutan gibi sağa sola sallayan bir ergene dönüşmekte bir çocuk gibi. 10 yıl, hakikaten dile kolay. Çok çok şeylerin tohumunun atıldığı, bir daha çok şeyin artık eskisi gibi olmayacağı günlerin başlangıcı olan 2013’te hem bizim birlikteliğimizin hem de sevgili blogumuz Vakitlice’nin tohumları da atıldı. Ne yıldı be 2013! Ah, deyip geçeceğim, çünkü bunu bir Gezi anma yazısı olarak değil bir kutlama, bir anma, bir 10 yılın almanağı gibi yazmak istedim.
Tam 121 adet yazı yazılmış 10 yıl içinde blogumuzda. Eline, koluna, günün ilk birasını içen ağzına, karaciğerine sağlık Tayfun usta, zira çoğunluğunu kendisi yazdı bu yazıların. Okuyucu diye hitap etti boşluğa ilk baslarda. Sonra boşluk zannettiğimiz yer ses verdi ona. A dedik, okuyucu varmış. Devam etti okuyucu ile konuşmaya yıllar boyunca. Çünkü tıpkı blogun Biz bölümünde yazdığımız gibi biz bunları hem okuyucuya – tanıyalım ya da tanımayalım- hem de kendimize yazıyoruz. Öyle güzel bir kararmış ki gerçekten. Bazı sıradan sayılabilecek, silik anılar içinde yerini alıp duracak birçok aniyi ve ani bu yazıların içinde capcanlı görmek… Ya da su an hiç bir şekilde hissetmediğimiz, çoktan unuttuğumuz duyguları okumak. Bambaşka bir yolculuk. Hani Sait Faik demiş ya “yazmasaydım çıldıracaktım” diye. Biz belki çıldırmazdık yazmasaydık ama bir şeyler de eksik olurdu, orası kesin.
Benim Vakitlice’ye dair en sevdiğim şeylerden biri (evladım gibi her yerini, her şeyini sevmem tabii ki) kapak fotoğrafı… Bilmiyorum herhangi bir yazıda anlatmış mıydık daha önce o fotoğrafın hikayesini. 31 Aralık 2015. Avustralya’ya geleli tam 2 ay olmuş. Kıtaya Adelaide’dan giriş yapıp, 10 gün sonra ziyaret için gittigimiz Melbourne’de bir nevi Hala Kızı Zehra gibi postu serip kalalı 1,5 ay olmuş. Daha Türkiye’de iken yapılan plan uygulanarak Melbourne’dan kalkıp Adelaide’e gitmişiz yeni yıl için arkadaşlarla birlikte. Öyle karmaşık duygular içindeyiz ki. Belirsizlik kaynaklı korku ve şaşkınlık, ama aynı zamanda yine belirsizlik kaynaklı heyecan ve umut. Sanırım 10 gün kadar öncesinde ilk isimin teklifini almışım, 4 Ocak günü işbaşı yapacak olmanın verdiği rahatlama, halledeceğiz ya biz hissi var. Hepsinin üstüne bir de ilk kez tüm sevdiklerinden, dostlarından, ailenden uzakta, dünyanın obur ucunda yeni yıla girecek olma burukluğu. Ama yine ayni şekilde hayatında ilk kez, dünyanın obur ucunda, yaz mevsiminde bir sahilde yeni yıla girecek olmanın şaşkınlığı, heyecan ve mutluluğu. Yani içimizde öyle çok duygu var ki, bir duygu daha gelse oturacak yer yok. Gigigina kadar doluyuz. Agizimiz, burnumuz duygu olmuş akıyor. İste bu halet-i ruhiye ile, gün batımında içime dolmuş sonsuz bir Şükür. Oturmuşum gel git hareketine şaşkınlık ile baktığım okyanusun kenarına, yılın son güneşini yolcu ediyorum. Tayfun durur mu basmış deklanşöre değilse de telefonun çek butonuna. Evet iste o fotodaki kadın benim! Bir gizem çözülsün istedim.

Selamlar okuyucu, ailenizin bloggiri tayfun geldi. Gülce’nin duygu yüklü girişinden sonra sazı elime alayım dedim. Vakitlice 10 yaşında. Gülce ve Tayfun ilişkisi 10 yaşında. Peyk ve Pinhani sarkilari eşliğinde gecen 10 yıl. Güneşli ve güzel bir günde salonda oturuyoruz. Ağustos böceklerinin sesleri geliyor dışarıdan. Günün ikinci birası yeni acilmiş. Hindi Zahra-beatiful tango çalıyor fonda. Sıcak yaz günlerinde öğlen birasının yanında dinlemek için Hindi Zahra veya Monica Mollina diyorum. İyi ki iciyoz lan dedirtiyor insana.
10 yıl be okuyucu. Az değil. Bakalım hayat neler gösterecek. Bi on yıl daha, sonra saak bi on daha. Çil yavrusu gibi dağılırlar. Kim dağılır? Düşmanlarımız. İste Gülceyle en sevdiğimiz geyiklerden biri. Düşmanlarımız? Neye düşman, kime düşman abi. Siz kimsiniz abi bu kadar düşmanınız var. Biz normal, sıradan insanlarız deriz hep, niye durduk yere düşmanımız olsun. Aramızda 10 yılda böyle bir dil oluştu. Özellikle son üç senede covidle birlikte sürekli ayni evin içinde kalınca birbirimizin her dediğini anlayıp, ayni esprileri yüzlerce kez dondurduğumuz bir dil.
32 yaşında tanışmış insanlardık. Bizden beklenen hayati yemiş yutmuş, artık bir ağırlığı olan insanlar olmamızdı. Biz de tam öyle yaptık. Tanıştığımız ilk andan itibaren barlarda, meyhanelerde sabahladık, yağmurda koştuk, vapurlarda cay-simit yaptık, yürüyerek İstanbul’u gezdik, Sultanahmet, Süleymaniye, Kadıköy, Emirgan, Beşiktaş, Moda, Beyoğlu, Haliç vs. parklarda, bahçelerde gezdik, opustuk, gezi parkında birbirimize sahip ciktik, borç verdik, borç aldık. Hani diyor ya Koray Candemir Eskisi Gibi Olmaz şarkısında;
“Ağız yaptım, şekle soktum
Para çektim, arka çıktım
Yara açtım, yaralandım
Cennetin kapısını açtım”
Aynen öyle oldu iste. Cennetin kapisini açtık. Birlikte bir yola ciktik. Yol ne demek, varmak ne demek, yola çıkmak ne demek, yolda olmak ne demek birlikte deneyimledik. 10 sene once bu günlerde bir kafede veya Göztepe’de tek göz bir odada birlikte hayal kuruyorduk. Acaba gelecek nasıl olacak, nasıl olmalı diye. o gelecekten bir 10 sene geçti.
Gelecek de bir gün gelecek! Bir reklam sloganı idi sanki 200li yıllar ya da 90larin sonunda, bir sigorta firması ya da banka reklamı olsa gerek. Çok hoşuma gitmişti ilk duyduğumda. Gelecek gelmeye, gelip geçmeye devam ediyor, zaman çizgisel mi döngüsel mi tartışmasını bilim insanlarına bıraksak da zamanın içinde aktigimiz sivi bir şey olduğuna inanıyorum ben. Ben evet, hala anlaşılmadı ise Gulce. Zaman sivi formunda, o akarken biz de içinde akıyoruz ve sekil değiştiriyoruz. Bazen sadece ufak değişimler, bazen büyük, ama küçük değişimler üst üste geliyor ve bir bakıyorsun ki sen artık başka bir sensin. İstanbul’dan başka bir yerde yasamam ben diyen birinden, dünyanın obur ucunda küçük bir sahil kasabasında kurduğu 2 kişilik minik ama sonsuz huzurlu yaşamına bakıp sonsuz şükrederken, özlemleri bile değişmiş, özledikleri listesinde ilk beşe bile girmemiş İstanbul… Daha şurada 7 yıllık mazisi olan Melbourne önüne geçmiş 40 yıllık koskoca İstanbul’un… Ben değiştim, sen değiştin, o değişti, İstanbul değişti…
Birbirimize tanımaya devam ettikçe fark ettiğimiz ortak noktalarımızdan biri de İstanbul askımız idi. Ben hep çok ama çok sevdim İstanbul’u. Doğduğum, büyüdüğüm, yıllarca doyduğum şehir, dünyalara değişmem, başka yerde yaşanır mi ki dediğim şehir. Tayfun da tam bir İstanbul aşığı imiş. O yüzden belki çok sevdik İstanbul’u birlikte sevmeyi. Sonra da birlikte terk etmeyi. Bazen çok sevmek yetmez ya hani birlikte kalmaya. Özdemir Erdoğan abimiz der ya “Sevgi anlaşmak değildir nedensiz de sevilir”. Nedensiz bir sevgi idi belki de kim bilir. Ama gönlümüz başka diyarlara akıverdi. Asla küsmeden, kızmadan hatta terk ettik derken bile içimi cız ettirecek duygular ile sanki anlaşarak ayrıldık İstanbul’dan. Nereden mi cikti şimdi bu İstanbul güzellemesi? Eh, Almanak niyeti ile oturunca başına yazının, şöyle epey gerilere gittim bloga Ekim 2013’te yazdığımız Yârim İstanbul, Yolum İstanbul yazıya baktım. Tipki Tayfun’un yazıyı bitirirken dediği gibi sanki İstanbul ile ilişkimiz. Yaşamaya çalışmaktan ziyade gezmesi mi güzeldi ne?……
Günün üçüncü birası ile geldim okuyucu. Hayat iste bazen öyle bir geliyor ki. Hani diyorlar ya, ne dilediğine dikkat et diye. Ben de iste park ve bahçelerde kanka kişisi ile içmeye devam ediyordum o zamanlar. Eksi sözlüğe gelecekteki sevgiliye not baslığına bir şeyler karalamıştım. Böyle atarlı giderli, hatun kısmına sesleniyordum. “Canım sen de bir meyhane bil de götür bizi, elimizden tut, şöyle bir mekan var de, ben gizli saklı bi köşesini biliyorum İstanbul’un de, yav bi kokoreç mi gömsek falan de” diye. Kokoreç kısmını tutturamasam da gerisi aynen gelmişti. İstanbul’u en çok ben bilirim diye geziyordum ortada, sonra Gülce geldi, hold my beer dedi.
Sonra Avustralya kısmi acildi hikâyenin. Daha yeni tanıştığımız zamanlardı. Ben Avustralya’yı görmek istiyorum demişti bana. Ben de “gideriz ya, sıkıntı yapma” demiştim. Ben içimden “lan bu hatun ciddi ama, olursa da gideriz amk, nolcak” derken, Gülce’de muhtemelen “aaa adama bak, ikiletmedi bile, bununla gidilir, soru sorup, isleri güçleştirseydi, sıkıntı olurdu zaten” demiştir muhtemelen. Sonrası iyilik güzellik. Geldik, gördük, yendik. Biz bu şehirde, bu ülkede ne yapacaz, nasıl yapacaz derken, ben seni bourke street’te bulurum demeler, hafta sonu mount dandenong’a gidelim, ben orayi seviyom demeler, baskette sidneye koyalım gerisi gelir demeler. Ben is buldum, sen buldun mu, sen buldun, ooo ıslatalım, e hadi o zaman tinman’e gidelim, hasan abi yapmıştır mezeleri, rakı içelim, st.kilda’dan port melbourne’e yürürken içelim hafta sonu kahvesini, ngv’ye yeni sergi gelmiş, enteliz ya, gidelim, flinders Street istasyonunda, saatlerin altında, swanston street’te guzel bir yer var, oraya gidelim, abi simpsons’in yaptığı hamburgeri kimse yapamaz, section 8’e gidip bira içip, kitap okuyacağım, aksam mitre tavern’de buluşalım, lucy liu diye bir yer varmış, sadece cok zenginler gidebiliyormuş, vatandaşlık aldık, gel lucy liu’da kutlayalım, Avustralya açık başladı, gel tenis izleyip, elit hissedelim, Etiyopya yemegi northcote’da yenir hacim, i love pho’da pho yemeyen pho yedim demesin, vietnamda bile böylesi yoktur, Victoria street’te junkiler niye hep bana selam veriyo acaba diye sorgulamalar, hellenic republic adli yunan lokantasına “hellenic mi gençler” diye bağıralım, brunswick streette A1 yani eyvan’da Lübnan usulü pide yiyelim, broadmeadows’da Türk marketine gidelim, rakının yanına meze lazım, hem çekirdek de alırız, meydan diye bir Türk marketi daha varmış, hem vejetaryen lahmacunda yaparım diyo, oraya da gidelim, studley park’ta kayık kiralayalım, olmadı sadece yürüyüş yapalım, studley parktan başlayıp, collingwood’a kadar yürüyelim, biz her cumartesi Queen Victoria market’a gideriz sekerim, bi de Türk börekçi var orada, Türkiye’de böylesini bulamazsın ve niceleri.
Tipki ikimizin de çok konuşması, hatta neredeyse birbirimizin ağzına kürekle vurup, sen sus azıcık da ben konuşayım diyecek raddede çok konuşması gibi. Sanırım ikimiz de çok yazıyoruz. Öyle olunca da ortaya 3 sezon dizi senaryosu gibi bir yazı çıkıyor. Ama olsundu, blog kimindi, bizimdi, Tayfun’un deyimi ile kime ne idi hatta… Ama iste bu topluma açık bir platformda yazınca ne kadar şeffaf ya da kendin gibisin, ne kadar oto sansürlü halinsin durumu. İstediğimiz kadar biz kendimize yazıyoruz desek de bal gibi, orada karanlığın içinde tanıdık tanımadık yüzler var gayet iyi biliyoruz. Bu konudaki hislerim çok karmaşık benim. Evet his dedi, Gülce! Avustralya’ya ilk geldiğimiz donemde bir YouTube kanalı açmıştık. Başlangıç motivasyonumuzu cidden hatırlamıyorum ben. Ama 15 kişilik şöhret beni çok sarstı. Ben tanımadığım insanların video altında bana nahoş şeyler demesini anlamlandıramıyor ve kaldıramıyorum diyerek naifliğin ve belki de Z kuşağı tabiri ile boomer’ligin doruklarında gezinerek bir şafak operasyonu ile kapattırdım kanalı. Bir nevi rtuk idim adeta. Ama blog farklı, okuyanlar sanki hep arkadaşlar, tanıdıklar, tanımadıklarım da tanısam çok seveceğim arkadaş adayları güzel insanlar. Böyle bir on kabulüm var nedense. Diyorum ki, hala oradaysan sevgili okuyucu, bu 3 sezonluk dizi senaryosu gibi yazıyı okuyor ve buraya kadar geldiysen sana bir küçük hediye vermek isterim. Çok büyük sözler vermeyeyim, okuyan var mı, kaç kişi bilmiyorum ama istersen bir ses ver aşağıda. Vakitlice 10.yil senlikleri kapsamında bakalım cam sakızı çoban armağanı ne yapabiliriz hediye senin için. Sanırım eyyorlamam bu kadar. Kapanış ve istiklal marşı için mikrofonu Tayfun beye iletiyorum. Sağlıcakla kalalım hepimiz, nice on yıllara hep vakitlice olalım olmamız gereken yerde, olmamız gereken insanlarla ve iç huzuru ile.
İste böyle okuyucu. 10 yılda ne yaptık, ne ettik anlatmak için çıktığımız yolda hiçbir şey söylemedik. Ama eypio ve burak king’in dediği gibi oldu her şey aslında;
“Yine kalmışım gece bir başına
Bir başına girdim yılbaşına
Dönmüşüm baktım en başına
Sarıldım bazen de yanlışıma”
Biz aslında hep klasik müzik aslında ama araya bunlar da karışıyor iste. Biz hep kendimizden bahsediyoruz gibi geliyor di mi okuyucu. Öyle çünkü. Bu aslında hatıralarını kaybetmekten korkan bir ciftin güncesi, hatta Gülcesi. Olur da bi 10, 20 yil daha geçerse, donup bakmak için bir hatırat, bir yol hikayesi. 10 yıl içinde ben kahve içmem, sütüme kahve damlatın diyen Gülce’den, öğleden sonra ikinci kahvemi yapmazsan diye sinkafa girişen Gülce ’ye. Hayat ne tuhaf, vapurlar falan. Niye sadece Gülce’yi örnek verdin senin örneğin yok mu diye atarlanma okuyucu. Ben Gülce için ağaçlı yolda, kazandan İnönü’ye doğru yürürken “ananın amk Fenerbahçe” diye bağıracak kadar karakter yoksunluğumu koymuşum ortaya.
“The Kıdemli Okuyucu” olarak ses verelim de yerimiz belli olsun ama çam sakızı başkasının olsun efendim şike iddialarıyla boğuşmayalım 🙂
Son 6 yılını bizzat takip ettiğim bloğun 10. yılı dolmuş, ne hoş anılar birikmiştir senelerce. Otobüste ilk sandalyelerinizi taşıdığınız, çekyatta ayaklarını uzatabilmenin konforundan Pasifik kıyısında bira içilen günlere.
Eğlenceli bi yazı olmuş sağlı sollu Osasuna atakları (onlar ender gelişiyordu ama neyse) gibi.
Yav sizin çam sakızını artık yerinde mi versek? Neler oluyor, bitiyor arada ses verin, meraktayız.
Gunahkar Avustralya sokaklarinin
tovbekar cocugu Tayfun kardesim, mesajlarini aliyorum. Bu evrende yalniz degilsin. Yazilarina devam et. Sayende bilgimiz ve gorgumuz artiyor. Gulce yengenin de sozunden cikma, itaat et rahat et 🙂
Selamlar Satoshi, happy wife happy life felsefesi diyorsun 🙂 teşekkür ederiz güzel mesaj için. Bize bir mail adresi verirsen Dm’den dönüş yapalım yazıda belirttiğimiz naçizane hediye falan filan. Selam&sevgi.