tayfun bir sabah uyandığında

Selamlar okuyucu,

Uzun uzun zamanlardan, depremlerden, kaostan, ölümlerden, yaşamaktan, seçimlerden ve günün üçüncü birasından selamlar. Ne çok öldük, hep ölüyoruz. Dünya kocaman bir mezarlık. Yaşayanlardan fazla ölümüz var ve hala hayatta kalmayı umursuyoruz. Nasıl bir türüz, bu nasıl bir umut sevdası. Daha yeni MFÖ’nün Ö’sü Özkan abimizi kaybettik. Haftada minimum üç kere “sahildeyim, bul beni, ben garabel” diye atılan mesajlar sahipsiz kaldı. Ne çok hayatımıza işlemişsin Özkan abi. Allaha şükür canlı izleme ve görme şansına nail olmuşuz. Bize kalan avuntuda bu. Tüm kaybettiğimiz canlar için Başımız sağolsun, Allah rahmet eylesin diyelim.

Çok uzun zaman oldu be okuyucu. İnsanın parmakları paslanıyor resmen. Yürüyüşe çıktığında, kulaklığı takıp, kendinle yaptığın o konuşmaların hiçbiri yazıya dökülmüyor. Nerden başlasam, nasıl anlatsam diyen o MFÖ şarkısı gibiyiz.

Gülce yürüyüşe çıktı demin. Bu güneşli, bulutlu, rüzgarlı pazar gününü değerlendirmek istedi. Çıkmadan ikinci el dükkanından, önceden aldığı pantolonu denedi. Yeni yıkamıştım, çekmiş heralde, biraz dar oldu. Çıkarıp başka şey giydi. Bir dahaki yıkamada olur inşallah. Ben de evde oturdum, müziğimi açtım, biramı yudumluyorum, dedim iki hasbihâl edelim, tarihimize not düşmeye devam edelim. Gülce beni evde bırakıp, dışarı çıkınca zannediyor ki evi hemen metallica, ac/dc konserine çevireceğim. Yıllar önce yapıyordum, evet. Ama şimdi müziği neden bıraktınız sorusuna “kafam şişti” diyen rock yıldızı karikatürü gibiyim. Biz yine pazar günü kahve içerken dinlenecek şarkılar playlistinden devam.

Artık kırklı yaşlarını yaşayan bireyleriz. 40 is the new 20 demeyeceğim. Siz de ingilizce konuşurken sayıları türkçe söyleyenlerden misiniz? Ben hep öyle yaparım. Komik oluyo ama.

Kırklı yaşların başı diyordum. Biz de işte, pasifik hayatından sıkılmaya başlamıştık. Havalar çok güzel. Ama artık bi şehre mi dönsek ya, daha genciz lan biz, 70 yaşında gelinecek yere ne demeye geldik falan diye apır sapır konuşuyorduk. Sahil kasabası köy hayatı iyice darlamaya başlamıştı. Burada umduğumuzu bulamadık, evimize, melbourne’e geri mi dönsek diye hayal kurmaya başlamıştık. Hayat işte, sen planlar yaparken, başına gelenlerdir, demiş ya usta. Ulan ne güzel şeyler söylüyorlar, benim max söyleyeceğim, bu masanın bi ufağı daha var demek.

Tam seçim dönemiydi. Oy kullanmak için melbourne’e gidecektik. Hem arkadaşları görürüz hem şehri yad ederiz dedik. O arada göreceğimiz arkadaşlardan bazılarıyla işi ciddiye bindirdik. Kiralık evleri vardı, bizde dönmeyi düşünüyoruz, bize verin dedik. Hay hay dediler, güzel insanlar sonuçta. Anlaştık, gelelim havasını siktiğimin şehrine dedik.

Depresyon insana her şeyi yaptırabilir. Melbourne’e geri dönmek bir depresyon sonucu değil, yanlış anlaşılmasın. Depresyonun sonucu, depresyonun sebeplerini araştırmadan, götünden atılmış sonuçlarla hareket etmek. İşte tayfun, karşınızda.

Bir buçuk senedir çalışmıyordum okuyucu. Bilinçli alınmış bir karardı. Umut sarıkaya’nın karl marx’ı uykudan uyandırıp “orta sınıfta çözemediğim bir yarraklık var” dedirttiği karikatürün bir uyarlamasıydık. Gülce geceleri uykusundan “tayfunda çözemediğim bir yarraklık var” diye uyanıyordu. Yaşımızı, başımızı ve dahi göbeğimizi alıyorduk. Yaptığım şöförlük işleri, catering hizmetleri falan uzun vadede yapılabilecek gibi görünmüyordu. ha zorunluysan sike sike yapacaksın, o başka mevzu. Gülce sürekli eğitim al, bak bir sertifika programına git, bu işlerin zebil olduğu bir ülkedeyiz, değerlendir falan diyordu. Ben de biramı içip bakarız diyordum. Sonra bakarızı bakalıma çevirdim. Oturduk baktık.

Rönesans dönemi sanatçılarını, mikalenjosunu, rafaelini, leanordusunu, splinter ustayı şaşırtacak bir denemeye girdi gülce. bu hayatta bu eseri bırakırsam nesiller boyu hatırlanırım dedi. Eğer sistine şapeli yapıldıysa bu neden yapılmasın dedi. Resmen avrupa aydınlanmasına karşı bir duruş, bir black mirror bölümüydük. Projenin adı “bir sözelciden sayısalcı yaratmak”

Siber güvenlik okumaya karar verdim. Bir yıllık kısa bir programdı. Gülceye ben yapamam dedikçe, ben de yardımcı olurum, birlikte hallederiz diye konuşmaya, yeşilçamdan kupleler mırıldanmaya başladı. Ama gerçek hayat adamı siker. Hem de hayallerle yaşayanı gerçeklerle birlikte. Çok zor oldu. Ucundan kıyısından girdim, bir süre sonra birşeyler yapmaya, python’da kod yazmaya falan başladım. Sonra gülce’ye dedim ki, “bak kırklı yaşlar geliyo, ben bunu okuyup iş, miş bulursam, yetişen yeni neslin kafasını çok pis sikerim, ergen kafası siken dayı olmaya çok müsaitim, cümleye yiğenim ben kırk yaşında sayısalcı oldum, sen ne annatıyon diye başlamaya çok çok müsaitim.”

Öyledir çünkü. Bazen beklentileri o kadar düşüğe koyarsınız ki, birşeyler olduğunda etrafınızdakiler normalin çok üstünde tepkiler verirler. Benim için alınabilecek bir riskti. Hatta ulan yaparsam, öyle bi sükse olur ki, alemin derdi ben olmuşum, zamanında iyi koymuşum falan derim diye düşünmeye başladım.

Bir senenin sonunda sertifikamı aldım. Hemen fotoğraf çekip eşe dosta attım. Planın ilk aşaması başarılı olmuştu. Tebrik mesajları geldikçe biramdan yudumları alıp, kıh kıh kıh diye gülmeye devam ettim. Sırada ikinci aşama yani iş bulma vardı. İki üç ay kadar başvuru yapmaya devam ettim. Telefonum bir kere bile çalmadı. Hatta öyle ki normalde günde bir iki kez arayan dolandırıcılar bile aramamaya başladı, öyle bir yokluk. Telefonun sesi açık mı lan diye kontrol etmeye falan başladım. Bak bak ibnetora kendini de kandırıyor, telefonun sesi açık mıymış bilmem ne.

Depresyon buralarda geldi işte. Çalışmamak çok güzel olsada, çalışmak isteyip, çalışamamak güzel değildi. Klasik işsizlik işte. Yatakta yorganı kafana çekip ağlama isteği. Ama bunu gündüz saat bir de yapma isteği. Hepimizin geçtiği yollar. Tam bu aralar melbourne’e dönme isteği dillenmeye başladı. Çünkü bu sonuç bu şehre aitti. Kendini geliştirmek için iki adım atmayan göteleğin hiç suçu yoktu. Gülcede artık eserini bitiremeyeceğini farketmişti ama dillendirmiyordu. O zaman gidelim sistine şapelini ateşe verelim, tayfundan olmuyorsa kimseden olmasın falan demeye başladı. İşte böyle zamanlarda başladı, tayfunda çözemediğim bi yarraklık var diye uyanmaya.

Böyle böyle nisan ayı gibi melbourne’e dönmeye karar verdik. Arkadaşların evi de var, o da hazır, sıkıntısız atlatılacak bir süreç. Tam o aralar bir arkadaşım mesaj atıp, bizim olduğumuz kasabada olduğunu, müsaitsek görüşmek istediğini söyledi. Hayat bütün olasılıkların toplamı işte.

Sene 2005. Eski Foça’da askerlik görevimi yapıyorum. Eski Foça’yı çok seviyorum. Tarabya’ya çok benziyor. Aynı koy, aynı sandallar ve restoranlar. Ama bir asker için yapılacaklar belli. Sabah çık, menemenini ye, öğlen pizza kemir, sahilde tatile gelmiş milleti izle, bir de kaptan internet kafede git oyun mu oynuyorsun, msn messengerda mesajlaşıyor musun, ne yapıyorsan yap, dört buçukda birliğe dönen minibüste ol. Şafak saymaya devam. Ben de bu sürecin içinde kaptan internet kafeye her hafta gittim. Artık yapacak bir şey bulamayıp, internette rastgele aramalar yapmaya başladım. O dönem en sevdiğim yabancı grup The Cranberries’ti. Animal instinct dinlemeden günüm geçmezdi, zombie falan, ohhsaaa nasıl şarkıydı o öyle. İnternette the cranberries fan sayfası arattım ve cranberriesclub.com’a ulaştım. Şu anda yok. Çünkü sitenin sahibi, patron dediğimiz Ali, ben artık bu işi yürütmek istemiyorum, domain parasınıda karşılayamıyorum diye kapattı. İşte bu sayfada inanılmaz bir ortama düştüm. Daha attığım ilk selam, ben askerdeyimde, bi uğrayayım dedim mesajından sonra, üç beş kişiden abi hoşgeldin, geç otur, soluklan mesajlarıyla çok iyi hissettim. Sonra askerlik bitti. Forumdakilerle muhabbet ilerledi, buluşmalar, kaynaşmalar arttı. Hatta en son 22 temmuz 2010 the cranberries konserine beraber gittik. Güzel arkadaşlar, dostlar edindim.

İşte bu sahil kasabasında beni arayan bu forumdan tanıştığım bir arkadaşımdı. Dört beş sene önce Avustralya’ya gelmişlerdi. Hatta ilk geldiklerinde melbörnde buluşup görüşmüştük. Sonra iş bulup, başka bir şehre gitmişti. Yaşadıkları şehir bize üç saat uzakta. Bizim oraya kampinge gelmişler. Yedik içtik, muhabbet ettik. O arada dedim hacı ben de böyle böyle bir bölüm bitirdim, aklında bulunsun, sayısalcı adamsın falan dedim. sağolsun, cvni gönder bakalım dedi. Sonra bir gün telefonum çaldı, arayan arkadaşın şirketinden biri. Üç aylık bi pozisyon var çalışır mısın dedi, amına bile koyarım demedim, olur ya dedim. Tamam ben seni arayacağım dedi. Bir cuma günü aradı, iki saat sonra görüşme yapmak istiyorlar, ok mi dedi. Ok ama iş ne, ne yapıyoruz falan diye sordum, iş tanımı yok, sen şimdi gir sonra bakarız dedi eleman. Tamam dedim el mecbur. İki saat sonra görüştük işin müdürüyle. On, on beş dakika kadar sürdü, güldük falan. Ben dedim bu iş olur. Öbür hafta aradı insan kaynaklarındaki eleman, olmadı dedi. Ulan nasıl moralim bozuldu. Moralim beni işe almamalarına değil, iki saat içinde görüşmeye zorlayıp, bana hazırlanma fırsatı vermemelerine, iş tanımımını anlatmamalarına bozulmuştu. Dedim gülce gidelim, ırkçı bu sikikler, melbörne dönelim dedim. Göçmenliğin kuralıdır, eğer sana iş vermezlerse ırkçıdırlar, böyle rahatlatırız kendimizi.

İçim içimi yedi. Bana bunu nasıl yaparlar falan diye söylenmeye başladım. Hiç aynaya bakıp sen kimsin yarram demedim. Tayfunda çözemediğim bi yarraklık vardı.

Biz bu hesap kitaplarla günleri geçirmeye devam ettik. Günler günleri kovaladı. Bir ay sonra falandı, yine bir cuma günü telefonum çaldı. Aynı insan kaynakları elemanı, tayfun boşta mısın dedi. Evet dedim. Senin yerine aldığımız adamda sorun çıktı, müdür şimdi izinde haftaya gelicek, eğer boştaysan direk seni önereyim, uğraşmayayım, hem seni çok sevmişti dedi. Sonrada ama dil konusunda çekincesi vardı, o yüzden olmamıştı dedi. Gördün mü ırkçılığı, neymiş ingilizce konuşamıyor muşum, koskoca şirkette beyaz yakalı olacağız altı üstü. Sonra dedi ki iyice hazırlan, şu şu konulara vurgu yap, bu iş olur dedi. Acaip sempatik bi eleman, halden anlıyo, bana iş bulmaya çalışıyo. Hahahaha Allah razı olsun.

Sonra görüşme günü geldi. Kan kokusu almış köpekbalığı modunu açmış bi tayfunun önünde kimse duramaz. Zaten tüyolarıda almışım elemandan, ne sorsalar konuları oralara getiriyorum. Alttan girip, üstten çıkıyorum.

Üç aylık kontratı aldım. Yıllar sonra beyaz yakalılığa geri döndüm. İlk iş günü için kumaş pantolon ve gömlek aldım. Bir laptop ve yırtık bi laptop çantası verdiler. Eve döndüm. Evden çalışmaya başladım. Kırklı yaşların başında artık fiziksel olarak çalışmak zor olur, oturarak çalışmak lazım diye çıktığım yolda muvaffak olmuştum. Gülce o günden beri, ne mikalenjosu ne rafaeli aslanım, ninja kaplumbağaların kralı donatellodur, sayılsalcı o zaten diye dolanıyo.

Geçen hafta işleri bi ileri seviyeye götürdüm. Daha bir ayım dolmuştu. Müdür gelip, yıl sonuna kadar çalışmak ister misin dedi. Amına bile koyarım demedim, ok boomer dedim. Noldu ingilicce diyodunuz demedim. İyi adamsın, senin için kabul ediyorum, başkası olsa çoktan siktiri çekmiştim falan dedim. Güldü, anlamamıştı. Anlamıyorlar beni, ama işimi iyi yapıyorum.

Başarmış olanlara dair bir bakış var ya? İşte o hisle, bakışla bakıyorum dünyaya. Artık bu götü gökten yere kimse indiremez. Ergen arıyorum sağda solda, nasıl kafasını sikeceğim, hiçbirinin haberi yok.

Akşamları iş bitince sahile gidip, biramı açıyorum. Pasifiğe karşı yudumluyorum. Patti Smith’in dediği gibi, bizden önce birileri buraya oturup, yıldızlara ve denize bakmıştı, bizden yollar sonrada birileri gelicek, burda oturup gökyüzüne, okyanusa ve yıldızlara bakıcaklar. Umarım hepsi benim şimdi hissettiğim gibi hisseder. Dahada önemlisi gülcenin hissettiği gibi hisseder. İlla iş olmasına gerek yok, rahat hissetsinler, kimse zorluk çekmesin amına koyim ya.

İşte böyle okuyucu. Uzun zamanlardan, hayal kırıklıklarından, sevinçlerden, üzüntülerden, sabah erken kalkıp izlenen gündoğumlarından, akşamları batırılan güneşlerden, mesainin bitmesine az kalan cuma akşamlarından, güneşin batmasına az kala hüzün kaplayan pazar akşamlarından, iş bulunca bakılan mercedes modellerinden, küçükken kızıl saçlıymışım diye konuşulan 42 yaşından yazıyoruz. Sağlıcakla kal okuyucu. Arda Güler’in Real Madrid’e 18 yaşında transfer olmasından daha önemliymiş gibi duran kariyer hikayemde buluşalım. Ulan Arda be. 42 yaşında adama beş biradan sonra real madrid forması aldırdın, aşk olsun sana çocuk, aşk olsun, helal olsun.

3 comments

  1. o zaman ne denir , cheers up!! Tayfun’u da Gülce’yi de çok seviyoruz. Arda gibi sahalara inme vaktimiz geldi , çürüdük yedek kulübelerinde 🙂

    • Aaa ne iyi ettik ya, yedek kulübesi yedekler içindir biz hep as takımdayız, hep beraber. Sesinizi duymak iyi geldi, her şey yolundadır umarız. Sevgi saygı karşılıklı.

  2. Tayfun kardesim, neden sitede yazmiyorsun diye sitem edecektim ama kendini ilim irfina vermissin. Mazeret olmasada gecerli bir sebebin varmis. Hayatin icinde bir iki defa kariyer degistirmek artik normallesmeye basladi. Yeni isinde basarilar dilerim. Kolpacino Bomba’daki Tayfun kardes gibi hayatin olmasi dilerim. Gulce yenge’ye tamamen vekalet ver, dediklerine kulak ver. Rahat edeceksin 🙂 Saygilar

Yorum bırakın