altın yol

selamlar okuyucu,

geçenlerde belkide dün akşam the world’s end adlı harika bir film izledik. konusunu anlatıp efendime söylim şimdi spoylır şeyetmeyelim de beş adamın bir gecede 12 bara gidip, her barda bir bira içmeleri üzerine kurulu bir hikayeydi. bu 12 barın oluşturduğu rotaya da altın yol denilmekte idi. oldukça komik bir filmdi -aslında düşündürücü imiş, gülce filmden sonra filmin mesajı aldın mı dediğinde anladım ben o kısmını.

benim aldığım mesajsa bir insanın yaşadığı yerdeki bira içilecek yerleri bilmesi lazım hacı oldu. şimdi istanbul’da yaşarken son yıllarımız kadıköy’de rock pub’da geçti desek yeridir. bira mı içilecek, yapmadığımız bir şey yapalım, rock pub’a gidelim. güzel plan. rock pub’da uyumak istediğim çok olmuştur. bunun dışında yine kadıköy’de livane ve shaft da düzenli duraklarımız arasındaydı. özellikle shaftla çok içli dışlı olduğumuz doğrudur. bir keresinde içerde uyuyup kapıların üzerime kitlendiği rivayet edilir. biralar desen klasik amca birası, efes her yerde tabi. gelmeden önceki son bir yılda ithal biraların gelmesi ile efes’e attığımız bokların katsayısı doğru orantılı. allahtan tuborg vardı da biraz nefes alabiliyorduk. kışın kırmızının şişesine sarılıp parklarda, bahçelerde ısındığımız, yazın tuborg gold şişesiyle baygınlıklara karşı önlem aldığımız vakidir. bir de çok eskiden üsküdar’da iskele pub vardı, hemen beşiktaş teknelerinin karşısında. fener maçlarını izlerdik. efes’in efes olduğu zamanlar. gene bok gibi yani.

ben her zaman bildiğim yere gitme taraftarıyım. akarı kokarı yok, başına ne geleceği belli. risk almaya gerek yok o anlamda. çok tutarlı olmadığım doğru. yoksa müdavim insan niye yarımküre değiştirsin. ya bu ülke güzel be bildiğimiz, tanıdığımız insanlar diye direnebilirdim de. neyse efenim, biz tabi ingiliz kültürünün hakim olduğu bir memlekete geldiğimiz için, burada ale denen biralar revaçta. ale nedir, lager nedir derseniz ben de çok farklarını bilmiyorum açıkcası. bazen açıp okuyorum, ortamlarda havasını atarım diye ama yaşlılıktan olsa gerek, unutuyorum. ale üstten mayalandırılan biralara verilen admış bu arada. lagerler de alttan oluyormuş haliyle.

neyse, memleketin en büyük sorununun alkol ve uyuşturucu bağımlılığı olduğunu gözlemlerimizle farkettik. zaten basın yayında da sürekli bu haberler çıkıyor. içki su gibi akıyor, dur durak yok, fenalar yani. sevdiğimiz ortamlar. ben üç birada çiçek gibi olduğum için çok eşlik edebildiğim söylenemez. üçten sonra sekiz dokuzu gördüğüm de oluyor ama orada da işte barı üstüme kapatıp gidiyorlar genelde.

ha ne diyordum, the world’s end. filmi izleyince dedim ulan geldik geleli içiyoruz, bir kere de nerede ne içilir, ne yenir yazmadık dedim. sonra dedim, kendi altın yolumu oluşturayım. yolu melbourne barlarından geçen olursa bize bi selam çaksın dedim. ama tabi şöyle bir sorun var, memleketin her yerinde bar var. en dandik semtte bile kendi pubı var. o sebeple ben biraz daha hani her gün değil de, hafta da bir ya da şehirde olduğunda uğranabilecek bir yerlerden bahsedeyim istedim.

ilk barımız, bizim de geldiğimizde şenlikler eşliğinde götürüldüğümüz, bizden sonra gelen herkesi, bir görev, bir emir gibi götürdüğümüz mitre tavern. collins street ve little collins arasında, bank place denen ara sokakta kalan bu güzide mekan melbourne’ın ilk pubı olma şerefine sahip. özellikle perşembe ve cuma akşamları gidilirse-akşam dedim ama saat dört gibi gidin siz- beyaz yakalıların burada hangi saatler aralığında çalıştığı görülebilir. ne zaman çalışıyosunuz lan amınakoduklarım? ne zaman gitsem kalabalık. fıçı bira seçeneği oldukça iyi. ama sadece ortamı için bile gidilebilir.

mitre tavern’e buradan bakabilirsiniz

ikinci durağımız, mitre’den çıktıktan sonra little collins’e doğru yürüyorsunuz, sokağa varınca sağa dönüyorsunuz ve hemen orada büyük bir irlanda bayrağı görüyorsunuz. evet, bu bir irish bar. bir kaç cuma üstüste buraya gidip, guinnes içmişliğim var. güzel bir ritüeldi. hatta bir keresinde bir arkadaşla jameson, guinnes yaptık. oldukça güzeldi. irlandalıları, biralarını, şarkılarını, taraftar kültürlerini çok severiz. hatta içip içip şunu izlediğimiz çoktur; will grigs on fire

ayriş pab burada

guinnes biramızı içtik, şimdi hedef little burk street’te çin mahallesi. mahalleye girer girmez ikinci soldan dönüyoruz, ara sokakta ilerleyip section 8 denen açık hava barına ulaşıyoruz. burada fıçı bira yok. şişe biralar oldukça iş görüyor. ama unutmamak lazım, bu memlekette şişe biralar bir kaç küçük istisna dışında 33lük dediğimiz cep boy. fiyat performans oranı barlada çok iyi değil. ama marketten eve alıyorsanız o zaman iş görüyor. neyse section 8 bu anlamda biraları ile değil, ortamı ve müziği ile öne çıkıyor.

sonrasında yine çin mahallesinde kalıyoruz. ilk hedefimiz berlin. burayı bulan gülce’ye sonsuz saygılarımızı sunuyoruz. bana kalsa elli senede falan bulabilirdim heralde. çünkü ara sokakta, bir binanın ikinci katında berlin. aslında bu melbourne’ın özeti. lane dene ara sokaklarda öyle acaip yerler var ki, sokağa baktığınızda hiç bir şey görmüyorsunuz ama içerde güzel, tarz yerler mevcut. berlin’in olayı da isminden ileri gelmekte. mekanı doğu berlin ve batı berlin şeklinde ikiye bölmüşler. birinde sessiz, sakin alman biralarınızı içip, takılıyorsunuz, arada bir koridor var, o koridoru geçince, birden ortam değişiyor, militarist öğeler, gürültülü müzik, ekranlarda siyah beyaz fimlerle gümbür gümbür bir mekan oluyor. arada berlin duvarı var yani. berlin duvarı yıkılmadı, kalbimizde yaşıyor denilebilir.

duvara karşı burada

berlinde duvarlara kustuktan sonra, bourke street ile exhibition street köşesinde the elephant&wheelbarrow’a geçiyoruz. klasik ingiliz barı burası da, üst katı mevcut, aile salonu tadında. fıçı biraları gayet güzel. yeri de şehrin göbee. cam kenarına oturusanız, gelip geçene bakarken, iş çıkışı iki bira içilir.

beyninde filler sikişenler için

hava karardı artık, biz de biraz içtik, o zaman hem biraz canlı müzik olsun, hem sokakta masası olsun, hem turistik olsun diyerek russel street üzerinde ki james squiare’a gidiyoruz. burası bira yapımcısı yani brewery. kendi biralarını yapıyorlar ve bence oldukça başarılılar. buğday  birası severler için güzel haber, şehirde fıçı buğday birası satan az sayıda yerden biri. ama benim tavsiyem pale ale, summer ale, amber ale gibi çeşitlerini denemeniz. pilsner de var ve gayet başarılı.

ceyms abimiz burada

şehirden biraz uzaklaşacağız sonrasında. aslında bu yazacağım son üç mekan bence ayrı ayrı bir akşamın ayrılmasını tavsiye edeceğim yerler. çünkü şehrin biraz dışında olmakla birlikte, suburb havasını, lokal insanları bulabileceğiniz, bunlar nasıl eğleniyor, ne içiyor, nasıl içiyor diye gözlemleyebileceğiniz mekanlar.

the curtin. buraya iki kez gittim. birinde canlı müzik içindi. ve inanılmaz güzeldi. uzun zamandır böyle güzel müzik dinlememiştim. gerçi canlı müzik esnasında, platik bardakta ve keş çalışıyorlar.

the curtin.

cuma akşamları hepi aur saatinde pint bira yedi dolar vatandaş. sırf bunun için bile buraya yazarım arkadaş. içerisi oldukça güzel, çogzel resimler var, kitlesi oldukça güzel. bir arkadaşın arkadaşı öğretti. bir üstteki, the curtin’de konsere gitmeden önce uğrayıp, ucuz biraları gömüp öyle geçtik konsere. yav işte böyle dostlar lazım bize.

ucuz biranın hası burada vatandaş

ve gecenin sonunda geldik bridge road’a. sessiz sakin, biz amı götü dağıtmışız. son bira, cila birası, clearence diyor eloğlu. bir arkadaşa sen ne zaman cila içiyosun diye sordum, hollanda menşeili kendisi, her on dakikada bir içerim dedi. saygılar abi dedim. işte burada devreye sizi kapısında kocaman bir ayının karşıladığı avusturya barı bierkeller karşılayacak.

ayılı bar

ve evet bu turu yapana ya da başlayana yüz bin lira veriyoruz. şaka maka, şimdilik bunları öğrendik. ha bunların dışında bir fitzroy gerçeği var. çok överim, iran sineması gibi övdükçe övesim gelir. farkındaysanız oradan hiç mekan yazmadım. çünkü orası kocaman bir pub bence. buralara yolunuz düşerse önce fitzroya’da herhangi bir pub’da için. hangisi olduğu önemli değil, farketmez merkez, farketmez.

ama günün sonunda hiç biri evde pijama ile oturup kafa güzel oldukça, istediğin şarkıyı dinlemenin, gülceye gel bak ya diye behzat ç.’nin komikli bölümlerini ya da maradona klipleri izletmenin, istediğin zaman tuvalete gitmenin, bahçeye işemenin verdiği keyfi vermez. the world’s end’le başlamıştık, onunla bitirelim;

“biz dr.ink’e gidiyoruz”

cheersss.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s