selamlar okuyucu,
avustralyalı milletinin dediği gibi bir hafta sonu daha. “it’s a bloody long weekend” pazartesi işçi bayramı olduğundan tatil buralarda. bizim bir mayıslarımız yani. ama ecnebi milleti yemedi içmedi, yine bizleri eğlendirmek için işçileri sonuna kadar çalıştırdı. biz de el mecbur tadını çıkardık.
tabi arabamız olmadığı için aylık akbillerimizi aldık yanımıza, cebimize üç beş kuruş koyduk, ve başladık yürümeye. mavi sakalın dediği gibi, başladım yürümeye, bir de baktım yine baştayım, baştayım.
günümüze zabahın köründe incir ağacımıza dadanan papağanların sesleri ile başladık. papağan, ne sevimli hayvan de mi? ya işte bir de bahçene dadansın da gör sen okuyucu. bu yaşta mustafa kemal’in çocukluğuna döneceğiz yakında.
hafta sonu şehirde türk şenliği vardı. şehrin göbeende, queen victoria marketde-yani halk pazarında- moreland türkish association önderliğinde, türk yemekleri, sanatları ve müziğini tanıtma amaçlı düzenlenen şenlikler yani. normalde her sene sadece bir günken, bu sene cumartesi, pazar olmak üzere iki güne yayılmıştı. biz de kahvaltıyı orada yapalım diyerek şehre doğru tramvayla yollandık. gittiğimizde daha standlar yeni açılmıştı ama gayet hareketli idi. bi börek yiyelim, aaa sac kavurma, aa midye dolma, aa lokma diyerek dillere destan bir kahvaltı yaptık. bi de kuş sütü olsa mide fesadından mortingen şitrayze. yalnız iyi geldi, güzel oldu. biz şimdi götü kalkık bireyler olduğumuzdan burada çok türklere bulaşmayalım diyoruz. öyle ya biz saksı değiliz, her şeyin en iyisini biliriz. ama biraz göt olduk. güzel atatürkçü insanlar vardı. hani o seçim sonraları yurt dışı oylar sayılır ya, norveç’den çıkan oylar sonrası ana avrat gideriz, ibineler orada sosyalist yaşarlar, iç işlerde tam tersi olurlar falan. biraz bu önyargımız vardı. aslında önyargıdan ziyade yaşanmış şeyler de var tabi. neyse güzel insanlar vardı. neye göre, kime göre güzel di mi? bize göre güzel amk. bakacağız artık önümüzde ki seçimlere.
neyse karnımızı doyurup, şerbetimizi içince beyne biraz oksijen gitmesini bekledik. sonra dedik hadi biraz müze gezelim. enteliz ya. carlton garden’da bulunan melbourne müzesine yollandık. tabi yürüyerek. giriş on dört dolar. tabi ben de öğrenci kartı var dedim indirim var mı, sana beleş dediler. ohanness, bir bira parası çıktı ekstradan. müzenin içi harika. on altı aydır buradayız, daha içine girmemiştik. götü biraz toplayınca böyle ufak şımarıklıklar yapılabiliyor. müze içinde, aborijin tarihi, melbourne tarihi, beyin ve insan vücudu ile alakalı, dinazorlar ve avustralya’da ki vahşi yaşam, bitkiler, böcekler, okyanus yaşamı ile ilgili birbirinden güzel bölümler vardı. buralara yolu düşenlere bir süre sonra gitmelerini kesin tavsiye ederiz. öyle de güzel bir bloğuz.
yaklaşık üç saatlik gezintiden sonra acıktık tabi yine. dedik ne yapalım, fitzroy yakın, hadi oraya yürüyelim. fitzroy melbourne’ın en güzel yerlerinden biri. ben adını hipstroy koydum. hipsterların başkenti burası. nizami hipster sakalı, skini kotu, lambırceki ve macbook’u olmayanları almıyorlar aslında. ama sızdık aradan. inlerine girdik, inlerine. burada genelde güzel vejetaryan lokantaları ve her ülkenin mutfağından esintilerle birlikte, şahane barlar var. bıraksalar fitzroydan çıkmam ama burada ev tutmak sağlam göt ve mayış gerektiriyor. ilk geldiğimizde iki ay oda tutmuştuk buradan, hayatımızın en keyifli zamanlarıydı. neyse, ne diyordum, yemek. he işte burada çok güzel yunancılar var. bizim de müdavimi-yerim senin müdavimliğini- olduğumuz bir tanesi mevcut. oturduk, suvlakiler, ciroslar, turşu kavurmalar, grek salatalar ile bir güzel yedik, ucuz çünkü. biz en çok beleşi, sonra ucuzu severiz, yemeğin kalitesi sonra gelir.
yemeği yedikten sonra bir çöküyor bize. eve mi gitsek dedik, yatarız hem, en güzeli. ama tabi yürüyen insanlarız, bunları konuşurken şehirde bulduk kendimizi. bir müze daha mı yapsak, yoksa gidip içsek mi derken, uzaktan bir dönme dolap gördük. yok ebenin amı ali sami. şehrin göbeende ne işi var lan dönme dolabın. gittikçe yaklaştık, amk şehri kocaman bir lünaparka çevirmişler. moomba festival varmış. şanlı nehrimiz yarra’nın iki tarafına bakan taraflarına izlerken beynimin kıvrımları sikilen, kamikazeler, dönme dolaplar, adını bilmediğim ama havada dönüp duran, binenlerin, hhiiyaaaaannasnskymanasını nidaları attıkları acaip şeylerden vardı. bir de bir sürü para tuzağı. bul karayı al parayı mı dersin, topu delikten geçir, oyuncak kazan diyenleri mi dersin, ne kadar çingene varsa gelmiş amk. birine verdik on dolar, bi koca halka verdiler, kola şişelerini de dizmişler halkayı şişeye sokarsan oyuncak var. bırak şişeye geçirmeyi, şişeyi vur vereceğim dedi satıcı. öyle bir yetenek var ben de yani. gülce bi iki yaklaştı ama olan on dolara oldu. otuz saniyede bütün birikimimiz eridi hacı abi. kim verecek bunun hesabını. ilk iş gününde melbourne belediye başkanının önüne yazar kasa atmayı düşünüyorum.
bütün lünaparkı gezip, paramızı nasıl çıkarırız derdine düştük ama nafile. gürültüden beyin mcklaması geçirerek çıktık. dedim bir çay, gayfe neyin içek dinlenek. flinders istasyonuna yakın açık havada brunelli diye bir pastane var. bak bu da tavsiye deneyin. güzel yer. ama açık hava işte, martılar yirmi dört saat, tuzlu tatlı ayırt etmeden kurabiye nöbetindeler. onlar bağırıyor bir yandan, birinin çocuğu çığlık çığlığa ağlıyor, rabarba hakim ortama. söylene söylene yürümeye başladık gene.
melbourne belediye binasına doğru geldik. bu binayı çok seviyorum. çünkü altında ücretsiz tuvalet var. biz ki sırf yeşil ışık yandı diye boşa yanmasın diyerek karşıya geçen insanlarız, beleş tuvalete hiç hayır demeyiz. neyse ben girdim, çıktım baktım gülce belediyenin önünde el kol yapıyor, önce o eli bi indir dedim, gel gel, endonezyalılar gecesi varmış, ücretsizmiş, girelim içeri dedi. belediyenin içinde balo salonunda. yav bana bunlarla gel işte. saat altıyı yirmi geçe girdik. düğün salonu gibi, sandalyelerle donatmışlar içeriyi. ha şimdi sanatçı çıkacak, ha şimdi derken iki saat geçmiş. sonra iki tane sunucu çıktı. aynı anda hem endonezyaca hem ingilizce konuşuyorlar. birileri gülüyor, alkışlıyor. biz böyle safın önde gideni bakıyoruz. sonra dediler endonezyanın medarı iftiharı alişa diye bi şarkıcı çıkacak dediler. önce sahneye çalgıcılar çıktı, bunlar başladı böyle ufak ufak çalmaya, aşila gelecek, şarkı söyleyecek. gitarist elemanla, baterist iki de bir çıkış tüneline bakıyorlar. bunlar böyle üç beş dakika çaldılar, aşila yok piyasada. çaldıkları parça bitti, piyano çalan hatun bir daha girdi şarkıya, ama gelen giden yok. sanırım alişa içerde parayı az buldu, çıkmıyor, pazarlık peşindeydi. sonra aşila çıktı, ama bu seferde müzisyenler çaldıkları şarkıyı değiştirmediler, aşila bunları bekliyor. sahnede bir tripleşme var, biz hihhaahhooo, hhohohhıoo diye gülüyoruz. neyse aşila bir şarkı söyledi, sanırım ırmağının akışına ölürüm endonezyam gibi bir şeydi. çünkü biz bi tek indonejjyaaa kısmınını anlayabildik. sonra aşila gitti, sahneden çıkarken de tüllü elbisesine bastı, az daha pekmezi akıyordu oraya.
sonra en baştaki iki sunucu yine çıktı. aralıksız on beş dakika kouştular. bize kal geldi. bitmiyor amk, bir de gülüyorlar falan. neyse bunlar bir dans grubu anons ettiler. ya bak en baştan söyleyeyim çok eğlendik, yalan yok. ama şunu söylemek istiyorum. takva filmini izleyenler bilir, çok güzel bir zikir sahnesi vardır. ahan da işte o sahnenin yarım saatlik halini görmek isteyenler indonesia hand dans yazıp aratsınlar. ben böyle bir ayin görmedim, harika ötesi, ha onlar dans diyorlar ama bence bu ayrı bir şey. kendimizden geçtik resmen. bu arada organizasyon endonezya koruma ve yaşatma derneği tarafından yapılıyor sanırız, çok belli, sahneye projeksiyonla endenozya bayrağı verdiler, ama onbeş saniyelik bir video gibi düşün, bayrak dalgalanıyor, media playerda, sonra video duruyor. elemanlar her durduğunda bilgisayardan yeniden başlatıyor ama biz sahnenin arkasındaki dev ekranda sürekli bu sahneyi izliyoruz, mouse imleci beliriyor ekranda, oynata basıyor falan. hayır yanlışlıkla arşivden bir şeyler çıksa, yeni klasör, yeni klasör 2 falan, kandırmayalım kendimizi, hepimiz zamanında bir takım filmleri bu şekilde kaydettik.
endonezya ile olan bu münasbetimizden sonra çok sevdiğimiz bridge road’a gittik. burası richmond semtimizin güzide caddelerinden biri. yeni gelenlere tavsiyem, ev bakarken richmond ve çevresini gözardı etmesinler, harika yerler. bizim eve de yakın, sakin sakin iki bira içtik, barmen, lokal misiniz, ne ayaksınız diye sordu. burada böyle. herkes yabancı olunca sürekli bu sorular soruluyor. deniyoruz dedim ben de barmene, kırık ingilizcemle. yok yok olmuşunuz dedi. bak bak pazarlamacıya bak. dedim ver lan bi bira daha eşek sıpası.
günün sonunda 25 bin adım, onbe kilometre yol, aylık akbil ile eve geri döndük.
bu sırada, dünyanın bilinmeyen bir yerinde, bir takım insanlar, hollanda ile kavgaya tutuşmuş. yav şu karikatüre bakın hele, bu ülke ile nasıl kavga edilir allasen ya.
Merhaba, eyalet sponsorlugu vizesi icin kac puan toplamistiniz ve basvuru sonrasi ne kadar surede kabulunuz geldi acaba? Tesekkurler
selamlar, biz sanırım 65 puan toplamıştık. ana başvurudan sonra çok beklemedik aslında ama meslek denkliği, eyalet sponsorluğu aşamalarında 3 ayı bulan beklemeler oldu. gerçi sistemi şu an biraz değiştirmişler galiba.