Yeni heyecanlar, yeni dünyalar. Ya da nereden başlasam, nasıl anlatsam. Hayatımın ilk otuz yılını stabil bir şekilde, nargile içmek, kitap okumak ve boğaz kıyısında denizi izlemek üzerine kurgulamıştım. Planım iyi gitti açıkçası. Dostlar, bira, play station, istanbul’da plana eklenince bütün dünyam buna endekslenmiş oldu ve ikinci otuz yılı planlayamadım. Kendi kendimin tanrısı olduğumu iddia etmiyorum. O kadar narsist olmadım ama olsam da fena olmazmış sanırım.
İkinci otuz yıllık kalkınma planım olmayınca açıkçası ortada kaldım. Sudan çıkmış balık gibi oldum ve evrimi geçirmek için sihirli bir dokunuşa gerek duydum. Dokunuşu yapacak kişi de bir gün değil her gün Beşiktaş diyen bir delimanyak olunca kendisi ile yaşamaya karar verdim. İlk zamanlar çok güzeldi. Sadece tarabya’dan göztepe’ye ışınlanacak, stabil hayatıma devam edecektim. Ama bu delimanyak kişi ve ışınlandığım evin mottosu olan sezai karakoç’un ikinci yeniyi tanımladığı laleli’den dünyaya giden bir tramvay olma özelliği ki bu mottoyu ben koydum ev sahiplerim demesin şimdi bizim öyle bir şeyimiz yok falan. Sonra paspasla kovalamasınlar uranyumdan kaçan cem yılmaz gibi. Neyse efendim bir şekilde hayat devam ediyor ve Bülent serttaş’ın dediği gibi aşk bodrum da yaşanıyor güzelim. Yazı bilinç akışı tekniğine girince ben toparlayamadım sanırım. İronik olarak da konu başlığımız toplaşmak.
Neyse efendim. Hikayenin bundan sonraki bölümü için çok sevgili yönetmenimiz, tengrimiz, aşkımız dedi ki “benim bir hayalim var” hay hay. Hayalleri gerçekleştirmek bizim işimiz. Hayalden hayale halıcılık. Dedi ki ben çok uzaklara gitmek istiyorum. Dedim ne kadar uzak olabilir ki. Çünkü hayatımın ilk otuz yılını bu ülkenin üç beş şehrinde geçirmişim en fazla. Ne olacak hiç bilmiyorum. Neyse bir yer adı söyledi. Şimdi aramızda kalsın. Orta dünyaya yakın o kadar söyleyeyim. Dedim olur. Ben senin yanında olduktan sonra o kara parçasına vatan derim. Ne olacak. Şairin dediği gibi ben sensiz de yaşarım ama seninle daha güzel yaşarım.
Neyse velhasıl kelam hazırlıklarımızı yaptık. Az bir zaman kaldı. Zamanı gelince yer, mekan paylaşırız. Asıl meseleye gelelim. Toplaşma hazırlığına giriştik. Dünya benim ve Beşiktaşlı delimanyak için bir seyahatname olduğundan eşya, araba v.b şeylere çok girmemişiz bu günlere kadar. Kendimize kalan ikimiziz. Bir de basılı neşriyat. Kendimin de delimanyak olduğu bir nokta varsa bu neşriyat kısmını sayabilirim. Neden aldığımı bilmediğim kitaplar, hala okumadığın 2003e ait dergiler falan. Ama kızmıyorum kendime. Çünkü ara ara dönüp baktığımda kendilerine bana hayatımın onlarla birlikte geçmesi gerektiğini söylüyor bu neşriyat. Evet onlarda biraz deli. Konuşabiliyorlar. Şimdi onların büyükçe bir kısmında ayrılma zamanı. Tozlu dergileri birbirinden ayırmak zor. Arada hapşırmak, hüzünlenmek, yere oturup sayfalarına bakarken kırk beş dakika olduğunu fark edip ulan ben buraya niye oturmuştum demek de var işin içinde. .
Hayır yazarken farkettim ki birisi dese ki oğlum yerini, yurdunu, her şeyini arkada bırakıyorsun iki kitap, üç dergi mi sorun oldu. Çat diye vururum ağzına. Dünya küçük bir köy derim. Dünya vatandaşıyım derim. Ne yani kırıkkaleye kadar gitsem memlekette sınırı yüz metre geçince mi gavur illeri derim. Büyük düşün derim.
Velhasıl zor şeymiş toplanmak. Bak burada taşınmaktan bahsetmiyorum. Bir şeyleri bırakmaktan, içlerinden şu değerli ama bu sanki biraz daha değerli mi sanki ya demekten bahsediyorum. Evet oturup bunun üzerine sayfalarca yazabilecek kadar değerli hem de. Bunu akıtabilmenin tek yolu da yazabilmek. Okumanın panzehiri yazmak. Yaz bunu güzel laf.
İlk otuz yılımdan sonra ikinci otuz yılım böyle başladı işte. Orada ne kadar stabilse burada o kadar kinetik enerjiye bağlı. Devamlı hareket halinde olmak. Zamanında bir forumda takılırken birinin imzasıydı. “insanları seviyorum, hareketin içindeyim, hareketi seviyorum” minvalinde bir şeyler. Bak aklımda kalacak kadar sevmişim lafı. Dönüşmek de bu işte. Oturduğun yerden kalk, harekete geç.
Farkındayım birbirinden çok kopuk bir yazı oldu bu. Ama işte içini dökme şeysi ya bu blog mevzuuda. İçimiz döküp kendimizi önemli hissediyoruz ya burada. Bir sike derman olmayacak kimse de biliyorum ama kendime notlar bunlar. Nereden başlamıştın evlat diyecek bir gün bana. Olur ya amerigan filmlerinde hapse giren beyaz ve iyi adama öğüt veren çok şey yaşamış ihtiyar siyah adam. İşte benim o yüce adamım da burası evlat.
O değilde asıl bu yazıya başlatan sebebi hatırladım şimdi. Yazıda hiç yer vermedim. İçerde dergileri ayıklıyorum. Futbol, basketbol, formula 1, sinema dergilerinin yanı sıra, müzik dergileri, çeşitli neyşınıl coğrafik sayıları, atlas sayıları, geo sayıları, uykusuz, penguen, l-manyak, lombak sayıları falan filan. Arada birkaç tane tek sayısı alınmış dergiler. Muhtemelen kapakları hoşuma gitmiş. Misal bir tane var focus’un bir sayısı onu ne zaman aldığımı hatırladım. İzmir eskifoçada askerlik yaparken çarşı iznine çıkmıştım. Foça’da nargileci Mehmet efe vardı, hala durur mu bilmem on sene önce bile yaşlıydı mehmet efe. Kahvaltı yapıp ona giderken yol üzerinde bir bayiden almıştım. Sonra gidip hatim eder gibi okumuştum. Misal bir forward var onu da sırf kapağı güzel diye almıştım. Ama hiç unutmam bir post ekpress sayısı almıştım. O kayıp. Yok. Çünkü ben bir malım. Beni çok etkileyen bir dünya kupası arşiv sayısıydı o. Belki yıllar sonra bir sahafta görürüm.
Neyse çok uzatıyorum konuyu ama toplaşmak zor, dönüşmek kolay. Biriktirme manyaklığıma bir süre ara veriyorum. Yeni neşriyatlara farklı bir dimağla başlayabilmek için. Denizin, müziğin, doğanın, insanın farkına varmak için.
Yazı yazılarken dinlenen şarkılar;
Bulutsuzluk Özlemi: Yine Düştük Yollara
Bulutsuzluk Özlemi: Güneye giderken
Pilli bebek: sakarya.
Athena: ben böyleyim.
Rhcp: by the way.
The cranberries: animal instinct.
Kargo: renklerin içinde.
Mor ve ötesi: oyunbozan.
Nickelback: how you remind me.
Placebo: soulmate never dies
Ezginin günlüğü: aşk hiç biter mi.
tayfun.