Londra Gören Masum Köylü

bu bir Londra gezisi yazısı. aslında yazısı değil, röportajı. çünkü geziyi yapan kişi Gülce Hanım ama yazma noktasına gelince yazılmaz, yaşanır diyor. biz de blog sahibi madem biziz şımaralım azıcık diyoruz. soru cevap şeklide Gülce’nin gözündenLlondra ziyaretini aktarıyoruz. evet başlayalım efendim;

-öncelikle gülce hanım Londra nedir, ne değildir?(gülüşmeler)

gülce: Londra yağmudur, londra huzurdur, londra yeşildir, londra düzendir, londra daha çok şeydir ama bir alex değildir.:)

-peki efendim can mıdır?

g: londra candır evet eee ikinci gün seni arayıp söylediğim gibi ilk uçağa atla gel, yaşarız biz burada diye. yaşanılası bir yerdir.

-ilk uçağa atlayacaktım ama baktım ilk uçak Van’a gelemedim efendim. peki londra nerden çıktı?

g: lonra’nın tarihini sormuyosun bana di mi?(gülüşmeler) vallahi öncelikle londra’da pek sevgili arkadaşımız Arzu’nun pek sevgili kardeşi Gaye ve eşi Musti uzun zamandır yaşamaktalar. epeydir gitmek istiyordum. hatta daha önce sevgili! ingiliz konsolosluğu vizemi uçak gününden bir gün sonraya verince elde patlamış uçak bileti ile kalbimde bir yara olmuştu londra. bu sefer de sevgili gülces’in gazıyla “hadi gülce hadi ucuz bilet var gidelim demesiyle” seni de ekarte ederek karar verdik gitmeye.

-indiğiniz andan sonra ne düşündünüz londra için? istanbul’dan sonra size nasıl geldi, ne hissettirdi ilk anlar?

g: londra’ya çok geç indik, gece oniki bir arası bir saatti yanılmıyorsam. daha havalimanında kuyrukta beklerken aklımızda cem yılmaz’ın “turrissttt” esprisi, gözümüz etraftaki düzen, huzur ve sakinlikteydi. musti’nin bizi alıp gece gece minik bir tur yaptırmasıyla gecenin o vaktinde londra sokaklarının -ki muhtemelen biraz daha eğlence ya da sosyal hayatın olduğu bölgelerdi buralar- cıvıl cıvıl fıkır fıkır kıpır kıpır olduğunu farkedince aklımdaki tipik “altıdan sonra hayat duruyo yeeeaa” avrupa şehrinden çok farklı bir yere geldiğimizi anladım. ilk dikkatimi çeken şey etrafta hiç bir yerde görmediğim kadar çok hatta viyana’da -ki viyana sanat şehridir derler- bile görmediğim kadar çok tiyatro, müzikal binalarının olmasıydı. ha bir de tersten akan trafik. bunu sonra anlatırım.

-ilk izlenimin bunlar demek. bildiğin cennet tarifi gibi.peki londra denen şehirde ki ilk sabahınızdan bahseder misin bize? ne umdunuz ne buldunuz?

g: ilk sabah güneşli bir sabaha uyandık burada. ama biz ne kadar kıymetli bir şeye sahip olduğumuzun o esnada farkında değildik. (yasadıgımız yagmursuz tek sabahtı sanırım ) sevgili ev sahiplerimizin yönlendirmesiyle hem bu kadar güneşli ve güzel bir gün olması hem de günlerden cumartesi olması nedeniyle mutlaka gidelim görelim dediğimiz nothing hill’e gitmeye karar verdik. bu arada cumartesinin önemi şu, cumartesileri nothing hill’de portebollo caddesinde ünlü portebello pazarı kuruluyor olması. ha ben gibi cahil için bu pazarın tek ünlü yanı nothing hill filminde hugh grant’in içinden geçerken mevsimlerin değiştiği o müthiş sahnedeki pazar olması. (ain’t no sunshine diye giriyor bu arada şarkıya)

-bize ingiliz kahvaltı kültüründen bahseder misin? yani biz alışkınız şöyle van kahvaltısı olsun otuz çeşit peynir, zeytin domates, yumurta, yeşillik ver allahım ver demeye. ingilizlerin kahvaltısının ününü de az çok duyduk. siz ne dersiniz buna?

g: londra seyahatimiz boyunca evlerinde misafir kaldığımız sevgili arkadaşlarımız sağolsunlar her sabah bize harika kahvaltılar hazırladılar. sadece son günümüzde dışarıda bir kafede tipik english breakfast yedik.ama evde yediğimiz kahvaltılar -ki musti tarafından hazırlandı- muhteşem bir doğu batı sentezi, adana usulü ingiliz kahvaltısıydı diyebiliriz. özetle ingiliz kahvaltısı bence öğle yemeğine para vermemek için tasarlanmış bir kahvaltı. öyle bir doyuruyor ki akşama kadar bir şey yemiyorsun. basmış proteini valla. üstelik ingiliz kahvaltısı vejetaryanlara göre değildir ön yargımı da değiştirdim. çünkü hem mustinin hazırladıklarında hem de dışarda yediklerimde hiç bir şeyden eksik kalmadım. hatta dışarda yediğim kahvaltıda vejetaryan sosis diye bir şey vardı. dilerseniz size bir kahvaltı sofrası fotoğrafı verebilirim.

Angel istasyonu-Cafe Breakfast-İngiliz Kahvaltısı
Angel istasyonu-Cafe Breakfast-İngiliz Kahvaltısı

-gelelim londra’nın gezme-görme noktalarına. “turriisstt” olarak gidenlere ne önerirsiniz?

g: öncelikle şemsiye almalarını öneririm. tabi gittikleri mevsime göre değişmekle beraber duyduğumuz, tecrübe ettiğimiz odur ki yağmur bu şehrin diğer adı ve yılda üçyüz gün yağmur yağmakta. tabi yine mevsime göre değişir ama bizim gittiğimiz mayıs ayı içinde londra’nın ne havasına ne kızına güven olmaz tadında bir hava yaşattı bize. yağmurluğu giyip çıkarak kol kası yaptık desem yeridir.

şimdi gezilecek görülecek yerler dediğimiz zaman tıpkı istanbul’a gelen yabancı turisti önce tarihi yarımadaya göndermemiz gibi çok belli başlı tüm turistik sayfalarda, internette zilyon tane herkesin bulabileceği belli yerler zaten var. bunlara yer vermeyi düşünmüyorum 🙂 beni en çok etkileyen iyi ki gördüm dediğim yerleri söylemek istiyorum. öncelikle parklar, parklar, parklar. her biri benim bebişim(gülüşmeler), hiç birini ayıramam, mutlaka bir, bir buçuk günü lonra’nın bütün parklarını görmeye ayırmak lazım. özellikle richmond park(ki musti bizi arabayla götürmeseydi kendimiz gitmez ya da gidemezdik) parktan ziyade bir doğal yaşam alanı, orman gibiydi, hayatımda ilk kez hayvanat bahçesi dışında doğal alanında gezinen geyikler gördüm. gerçektençok karışık hisler bir yanında plazaların, medeniyete dair herşeyin, müthiş metro sisteminin ve klişe tabirle 72 milletten milyonlarca insanın yaşadığı şehrin hiç de dışında değil tam da ortasında geyiklerin, sincapların serbestçe ve gerçekten kimse onlara zarar vermeden dolaşabilmesi. cidden çok duygulandım biz bunu haketmiyor muyuz lan dedim. hatta şöyle düşündüm iyi ki bu şehre yılın üçyüz günü yağmur yağıyorda çekici gelmiyor bir çok insana, yoksa dünyanın bütün apaçileri birleşir londra’ya gider ve talan ederdi.

Richmond Park ve Geyikler
Richmond Park ve Geyikler

neyse devam edelim diğer parklar dediğim gibi google’a londranın parkları yazdığınız da bile karşınıza çıkan görmeniz gereken yerlerdir. umarım güneşli bir güne denk gelir ve çimlerinde yatabilirsiniz.

sonra covent garden. burayı özellikle yudum tavsiye etti. kesin git, çok seveceksin demişti. çok haklıymış, gülces ile beraber covent garden’da saatlerce sokakta hiç bir şey yapmadan, sadece insanlara karışıp orayı yaşayarak, sokak sanatçılarını izleyerek, marketlerini yani bizdeki anlamıyla pazarlarını gezerek vakit geçirdik. harika müzik performanslarına denk geldik.

Covent Garden'da Canlı Klasik Müzik
Covent Garden’da Canlı Klasik Müzik

ve camden town. burayı da iş yerinden arkadaşım belgin “tam senin tarzın, nasıl bir yer olduğunu söylemeyeceğim gidip kendin göreceksin” diyerek tavsiye etmişti. gaye ve musti, gülcesle benim ne kadar çapulcu(!) tipler olduğumuzu unutmuş olsalar gerek ki biz camden town’a gitmek istiyoruz dediğimiz de “yaaaniii, ee gidin tabi, ama şuraları da görün” diyerek aslında çok da tavsiye etmemişlerdi. ancak biz gün boyu  londra sokaklarını arşınlayıp akşam saatlerine doğru camden’a gittiğimizde “lanet olsun dostum, neden daha erken gelmedik buraya yo yo yooo” nidaları eşliğinde ortamda takılıp sonra ertesi gün kendimizi tekrar camden’da bulduk. aslında cümle gerçekten doğru cidden kendimizi camden’da bulduk.

-ne var bu camden’da arkadaşım, anlat hele?

g: camden bazılarına göre junky, satanist, rocker, metalci, hippi dediğimiz tiplerin takıldığı bir yer olarak tanımlansa da bize göre sanki londra içinde ayrı bir cumhuriyetti. gülces ve ben gibi ruhu çingene ve serseri olanların kelimelerle anlatamasa da ruhundan bir şeyler bulabileceği bir yer camden. yağmurun altında elimizde şemsiye tek tek bütün graffitilerin önünde resim çektirdik. graffiti uzmanı değilim ama hayatımda gördüğüm en güzel graffitileri burada gördüm. kafe ve barları, ayaküstü atıştırmalık mekanları ve bir çeşit kanal sistemi üzerine kurulmuş camden lock denen yerin dehlizlerinde dolaşmak harika bir deneyimdi. dalga dümenli olduklarını iddia ettikleri bir topitop satın alıp, yol boyu yaladıktan sonra elde ettiğimiz tek şey olan yeşile boyanmış bir dil sonrasında ottan mıdır yoksa salaklığımızdan mıdır bilinmez gelen kahkaha krizleri…

Camden Town'da bir Grafiti
Camden Town’da bir Grafiti

-eee başka ne var ne yok londra’da camden dışında?

g: baker street.(gülüşmeler) keşke sherlock’u izledikten sonra gitseymişim ben baker street’e.

-gülcesin tabiri ile ben sherlock’a değil benedict’e hayranmışım mı demek isityosun?

g: yok, hayır tabiki de(gülüşmeler) o zaman gülces söylemişti sonra ben diziyi izledikten sonra da farkettim o baker street dizide ki baker street değil. yani daha doğrusu gerçekten baker street’te çekilmiyor. metroya binip- ki londra’ya gideceklere küçük bir not: onlar metroya metro değil tube diyorlar- baker street durağında indiğimizde doğru yerde olduğumuzu anladık. çünkü metro istasyonunda duvarlarda sherlock holmes figürleri vardı.

Baker Street İstasyonu
Baker Street İstasyonu

-yani durağın adı da ipucu veriyormuş sanki (gülüşmeler)

g: yine metro istasyonundan çıkar çıkmaz karşımızda bir sherlock holmes heykeli gördük. ben ne diziyi izlemiş ne kitapları okumuş biri olarak gülces ise dizinin meftunu biri olmasına rağmen “e hangi numaradaydı bu sherlock’un evi” diye birbirimize baktık. nedense bunu sokaktan geçen birine sormaya utanıp, “eşime sormak istiyorum” jokerini kullanarak istanbul’a canlı bağlantı yaptık. telefonda “221b” sesini duyarken heykelin hemen arkasında “221b” ve sağa dönük ok tabelası bize doğru gülümsüyordu.

Sherlock Holmes Heykeli-Baker Street
Sherlock Holmes Heykeli-Baker Street

-çok zekice.

g: ve sherlock holmes müzesindeyiz. dedim ya ne yazık ki o zaman bana hiç bir şey ifade etmiyordu. ben sadece çok güzel dekore edilmiş, eski ve klasik bir ingiliz evini dolaşıyordum. etrafta sherlock holmes denen hayali kahramana ait kitapları, filmleri ve diziyi bilen insanlara çok şey ifade edebilecek ve hediyelik olarak satılan çeşit çeşit eşyanın arasında. gülces sürekli neyi alacağına karar vermeye çalışırken ben bir adet sherlock holmes kartvizitini cebime attım. hırsızlık yaptığımı düşünüp adrenalin etkisi ile kalp çarpıntısı yaşarken görevilinin yanımdaki kıza “they are free, ofcourse, you can take” yani diyor ki “tabiki beleş kızım, alsana” dediğini duyunca bir rahatladım. müzeden çıktıktan sonra çok yakınında bir beatles shop gördük. içerisi beastles hayranları için tam bir cennetti. biraz orada vakit geçirdikten ve sevgilime bir tişört aldıktan sonra ayrıldık. tişörtün üstünde beatles’ın meşhur abbey road üzerindeki yürüme pozu mevcut.(bi selami şahin değilseler de beatles’ın volkie pozu denilebilir.)

Baker Street'te bir dükkan
Baker Street’te bir dükkan

bizim düğün fotoğraflarımız çekilirken hatırlarsan senin çok vermek istediğin bir poz vardı. peş peşe koşuyormuşuz ya da yürüyormuşuz gibi. işte sana güzellik olsun diye abbey road’a gidip o pozu vermek istedik ama vakit kalmayınca sadece tişörtü aldık. hikayesi de budur.

-cool story bro. peki lonra metrosu? su basıyor mu? istanbul metrosundan büyük mü? dün açılan tünel uzunluğu nedir?

g: sanırım londra’da beni en çok etkileyen şeylerden biri metrosu oldu. tam olarak kaç yıllık olduğunu bilmiyoruım ama sanırım yüz kusur yaşında bir metro.

-internetimiz var neden bakmayalım?

g: 1863 yılında kullanıma girmiş. şimdi bu kadar eski bir metro olduğunu da düşünecek olursak gülces’le ikimizin dikkatini çeken bazı eksikliklerin sebebini anlayabiliriz. ancak adamlar o kadar muhteşem bir ağ kurmuş ki yer altında- demir ağlarla örmüşler ana yurdu dört baştan- neredeyse metro ile gidemeyeceğiniz hiç bir nokta yok londra’da. ve londra metrosunda gideceğiniz yeri, hangi metro ile gitmeniz ve nerden aktarma yapmanız gerektiğini bulmak için ingilizce bilmenize gerek yok. renk körü değilseniz ve okuma yazma biliyorsanız dilediğiniz yere kolaylıkla ulaşabilirsiniz. her hattın bir adı ve bir rengi var. ve gerçekten o hattın trenlerinin içi hattın renginde. ayrıca broşürlerde ve her metro istasayonunda yüzlercesi asılı olan metro haritasında aktarma noktaları ve metro istasyonlarının içerisinde yönlendirme tabelaları o kadar net ki metro ile yolculuk yapmak bizim için eğlenceye dönüştü. aslında her kafası çalışan turist gibi bir şehirde otobüsle seyahat edip bir yerden bir yere giderken aynı zamanda şehrin her yanını görme imkanı yakalayacakken biz yerin altını çok eğlenceli bulup neredeyse zevkine hatlar arası aktarma yapıp durduk. kulaklarımda hala “mind the gap” ananonsu çınlıyor.

mind the gap’in hikayesi ise şöyle. metro istasyonları çok eski ama tabiki yıllar geçtikçe trenler yenileniyor. ancak yenilenen trenlerin yüksekliği ile istasyonların yüksekliği arasında fark olduğu için trene iniş binişlerde bir basamak inmek ya da çıkmak durumunda kalıyorsunuz. daha önce düşenler olmuş olsa gerek ki ya da avrupa kafası işte ya düşen olursa diye düşünüp tren her durağa geldiğinde durak adı ile beraber mind the gap diyerek bir nevi “önünüze bakın la” mesajı verilmekte. bizim orada bulunduğumuz dönemde bazı metro istasyonları yenileme çalışmaları nedeniyle kapalıydı. ve yenilenen istasyonlarda tren ve istasyon arasında bu yükseklik farkı ortadan kaldırılmıştı. yani önümüzde ki yıllarda mind the gap bir efsane olarak tarihin tozlu sayfalarına gömülecek. ancak adamlar bu tasarım ve üretim hatasını bile bir marka haline getirip mind the gazp yazılı tişörtler, magnetler ve hediyelik eşyalar satıyorlar.(ben de aldım)

-gece hayatı ne durumda londra’da?

g: valla biz ahretliğimle yatsıyı kılıp yattığımız için çok bilmiyorum ama bir arkadaşın!! anlattıklarını paylaşabilirim. (bkz: bir arkadaşım ekolü)

cidden de yaşın verdiği olgunluk(gülüşmeler), yani aslında bütün gün yürümenin verdiği yorgunlukla demek istedim, öyle çok bar, kulüp gezdiğimiz söylenemez. ee daha önce bahsettiğim camden’da iki akşam takıldık. hani çok klişe olacak ama “abi adamlar çok rahat yeeaa, kimse kimseye bakmıyor” kafası çok hoşumuza gitti. kimse bize bakmadığı için biz herkese baktık (gülüşmeler)

gittiğimiz bir kaç mekan için ya böyle hem patırtı gürültüden uzak, hem rahat rahat takılıp bir şeyler içerek sohbet edebileceğin ve ortamı bu kadar güzel mekanlar kadıköy’de niye yok yeeaa diye söylendik.

-rock pub var yaa, daha ne istiyon? (gülüşmeler)

g: o hariç tabi. bu arada camden’da gittiğimiz ilk mekanda bardaki kıza “ya buralarda insanlar nerelere takılır, güzel mekan ne var” diye sorduğumuzda kendisi o mekanın bir çalışanı olmasına rağmen bize bir liste çıkardı ve tek tek her mekanın özelliklerini anlattı. ve gülces her zamanki gibi internetten bu mekanları araştırıp en popüler, muhtemelen en pahalısı olanını seçip “hadi gidelim” dedi. bundan sonra yaklaşık kırk beş dakika yağmur altında mekanı aradık. bulamayınca da ilk gördüğün mekan en iyi mekandır varsayımıyla bir yere oturup takıldık. bunun dışında pek gece sayılmasa da akşamüstü saatlerinde soho’da bir gay bara gittik.(bu arada soho londra’da çoğunlukkla eşçinsel ve travesti bireylerin yaşadığı ya da takıldığı bir bölge) girdiğimiz mekanda sadece kadın olarak biz vardık. hatta öyle ki tuvalete giderken acaba ayrı bir kadınlar tuvaleti var mıdır diye düşünmedim değil-vardı-. orada otururken bir bira içtik markasını bilmiyoruz ama zımba gibi çıktık mekandan. daha sonra musti ve gaye ile buluştuk ve bizi bir meksika restoranına yemeğe götürdüler. yedim yemeklerin adını hatırlamıyorum ama o harika eritme peynirin tadı ve garsonun masamıza gelerek yaptığı avokado sos şovu hala hafızamda. teşekkürler gaye ve mustafa.

peynir dağı ve avokado sos
peynir dağı ve avokado sos

-son olarak bize komik bir anını anlatır mısın? (mal gibi soru sorma yöntemleri vol 1)

g: tabiki de. yine gülces’in engin genel kültürü ve magazin bilgisi sayesinde öğrendiğim kadarıyla prens william’ın düğün töreninin yapıldığı westminster abbey(katedral)’e gidelim dedik. tabi bunun için pazar gününü seçmemiz çok da hoş olmadı. önce westminster katedralini aramakla uğraşırken westminster church’e(kilise) rastladık. ömrümde hiç katedral görmemiş olan ben bu mu la katedral dedim. kapıya yaklaştığımızda buranın katedral değil kilise olduğunu anladık. ancak memlekete döndüğümüzde “seni bu pazar kilise de göremedim john” sorusuna verecek bir yanıtımız olsun diye girdik içeri ve ayine katıldık. ayin derken içerde peder olduğunu tahmin ettiğim kotlu tişörtlü bir abi anafikri ” sevgi içimizde” olan bir konuşma yapıyordu. konuşma bittiğinde sahnede iki gitar ve bir bateristten oluşan grup müzik yapmaya başladı.(din de eğlence anlayışı böyle gitarlar falan, kafamda deli sorular çıktık kiliseden)

sonra esas gitmek istediğimiz mekanı yani katedrali bir şekilde bulduk. zaten kapısındaki metrelerce kuyruk doğru yere geldiğimizi adeta haykırıyordu. biz de girdik sıraya bekledik. uzaktan gördüğümüz kadarıyla giriş kapısında sırası gelenlere bir şey söyleniyor ve yine anladığımız kadarıyla verilen cevaba göre ya içeri alınıyorsun ya da “önemli olan katılmaktı” surat ifadesiyle ortamdan uzaklaşıyorsun. biz acaba ne soruyorlar diye aramızda tartışırken sıra bize geldi. ve sürpriz bir golle adam hiç bir şey sormayıp sadece soran gözlerle bize baktı. bir şey söyleme zorunluluğu hisseden ben “ee içeri girip gezebiliriz di mi” deme gafletinde bulundum. görevli ise uyguladığı taktiğin başarısını görmüş muzaffer komutan edasıyla gülümseyerek “üzgünüm sadece ayine katılanlar girebilir” diyerek bizi uğurladı. aldığımız yenilginin şokuyla ortamdan uzaklaşmadan bekleyerek bizden sonrakilerin ne yaptığını gözlemlemeye başladık. tıpkı bizim gibi “bi arkadaşa bakıp çıkıcam” modunda olan bir kız görevliden “üzgünüm bebeğim” cevabını alınca “ha ok fikrimi değiştirdim girip dua edeceğim” dedikten sonra içeri girdi. ve biz lanet olsun içimdeki dürüstlüğe diyerek düşük omuzlarla ortamı terk ettik. gülces’den aldığım uyarı “fazla dürüstsün, bundan sonra ortamlara girerken bir şey sorulduğunda ingilizce bilmediğini belirterek sadece ellerinle dua işareti yap, olur mu” şeklindeydi.

-son bir soru daha. içimde ukte kaldı, göremedim dediğin bir yer var mı?

g: evet var. bunlardan biri şekspir’in evi de denen bir müze. maalesef son günümüzde öğrendik varlığını. (çalışmadan gitmenin dezavantajları) ve maalesef gittiğimiz de ziyaret saati bitmişti. ve yine oraya gittiğimizde öğrendik ki inanılmaz ucuz bir fiyat şekspir oyunlarını izleyebiliyormuşuz.

Sheakespere's Globe
Sheakespere’s Globe

-teşekkürler verdiğin bilgiler için gülce. londra’yı londra yapan kırmızı otobüs, polisler, london eye, big ben, telefon kulübesi gibi detaylara girmedik.

g: evet herkesin bildiği her yerde bulunacak mekanlar ve klişelerden bahsetmek istemedim. bunun yerine beni en çok etkileyen şeyleri anlatmak istedim. böyle deyince aklıma bir detay geldi şimdi. lonra’da çok dikkatimi çeken bir şey oldu. döndükten sonra internette de araştırdım. benim gibi bir kaç kişinin daha dikkatini çekmiş ama cevabını veren kimse olmamış. buradan paylaşayım belki bir bilen beni de aydınlatır. londra sokaklarında, mekanlarında, metrolarında kısacası her yerde hayatımda hiç bir şehirde görmediğim kadar çok koltuk değnekli insan gördüm. genç, yaşlı, çocuk, kadın, erkek, zengin, fakir ayrımı olmaksızın bir çok insan kullanıyordu.aklıma gelen iki şey ya bu şehirde çok kaza oluyor ya da sağlık sistemi ve doktorlar çok cömert, ayağı burkulana bile koltuk değneği veriyor.

ikinci fark ettiğim şey bizim için tersten akan trafikle ilgili. adamlar şehre dünyanın her yerinden insan geldiğini bildikleri için yollarda karşıdan karşıya geçilecek her noktaya kocaman harflerle hangi yöne bakman gerektiğini (look left gibi) yazmalarına rağmen 33 yılın alışkanlığı her zaman ters yöne bakıyorsun. can güvenliğimi garantiye almak adına kafamı sürekli sağa sola çevirmekten boynum ağrıdı o ayrı 🙂

-tekrar teşekkür ediyoruz ve bir sonraki seyahat yazını kendi yazmanı rica ediyoruz(gülüşmeler)

g: ben teşekkür ederim.

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s