bir istanbul yazısı daha. dolu dolu bir istanbul güncesi de denilebilir. başlıktan da anlaşılacağı üzere yazıyı okurken lou reed’in o kadife sesinden perfect day dinlemeniz bu satırların yazarının naçizane tavsiyesidir. seyahat bloğu olarak tasarladığımız sayfamızda daha önce istanbul ile alakalı bir yazı paylaşmıştım. içimizden geldi bir tur daha yaptık gün itibari ile. aslında günün planını hafta içi tasarlamıştık az buçuk. doğaçlamalarla soslandırdık. (doğaçlamalarla marine edilmiş istanbul turu da diyebiliriz).
mayısın onu itibari ile istanbul’un kafası karışık. yeni bir ilişkiye mi başlayacak, sevgilisinden mi ayrıldı belli değil. istanbul’un havasına da kızına da güven olmaz denirdi bilirdik az çok ama bu sefer yaşayamadığı çocukluğunu torunlarla yaşayan tonton amcalar gibi. kışı getiremedi, mayıs ayına kara bulutlar çaktı. önceki gün sağanak yağmurun gün itibari ile devam edeceği de söylendiğinde evden çıkmama fikri b planı olarak gelmeye başlamıştı. sabah dokuz sularında uyandığımızda cama vuran akşamdan kalma bir kaç serseri damla, ıslak asfalt, gri gökyüzü bizi karşılasa da yılmadık sayın okuyucu. şeker değiliz erimeyiz dedik, boğaz çocuğuyuz suyu bardakta görmedik dedik kitabımızı, erzağımızı, pet şişede suyumuzu çantaya attık ve çıktık evden on buçuk gibi. pet şişe su önemli. ne diyor bulutsuzluk özlemi acil demokrasi şarkısında, “hava bedava, su pet şişelerde”
yağmurun verdiği yıkanmışlık duygusu ile kadıköy’den karaköy vapuruna biniyoruz. uyanmaya başlamışız ufaktan. yazarın önemli notu olarak vereyim önceki gün öğlende yediğimle duruyorum. açlık damarlarımda geziyor. ilk durağımız karaköy ops cafe olacak. gülce’nin keşfettiği mekanlardan. daha önce kendisi burayı ziyaret ettiğinden güvenimiz tam. yağmur altında iskeleden inerek yürüyüşümüzü başlatıyoruz. karaköy’deki iskelenin tam karşısında çok ilginç bir bina var. gotik inşaat mühendisleri döneminden kalma. vapurdan iner inmez kafanızı kaldırın sizi karşılayacak. bir köşesinde bir abla, diğerinde elinde çekiçli yetkili bir abi heykelleri. daha önce görmeden geçmişiz. ne olduğunu da bilmiyoruz, malumunuz istanbul’da iki adımda bir tadilat var, binanın girişi de bu durumdan muzdarip bize ismini vermedi. ıslanarak devam ediyoruz. bu arada belirteyim yürüyüşçünün hası yağmurda şemsiye kullanmaz. ya da biz kendimizi kandırıyoruz. bildiğin ıslanarak varıyoruz ops cafeye. tek göz oda, mekan. her tarafı camekan ama allah var içerisi iyi dekore edilmiş. iki kişilik masamıza oturup siparişimizi veriyoruz, garson bizi dört kişilik masaya alıyor. nasıl aç olduğumu sen anla. iki saate yakın oturuyoruz. bir ara ortam stockholm’e dönüyor. on kişiye yakın isveç’li olduğunu düşündüğümüz hatun grubu yan masaya çöreklenirken farkediyoruz ki mekanda garsonlar sürekli yabancı dillerde sipariş alıyor. tek türk biziz gibi. bir not daha, bizden sonra gelen yabancılar kahvaltısını edip, kahvesini içip efendi gibi gidiyor. anlıyoruz ki kahvaltı bizde bir ayin. bitmemesi gerek. ya da hakkını vermeden bitmemesi lazım. garsonların lütfen kalkmayın, oturun ısrarlarına rağmen! hesabı ödeyip kalkıyoruz. mekanın iternet sitesi; http://opscafekarakoy.com/
ikinci durağımız tophane-i amire’de ressam fahrettin demiryürek sepetçioğlu’nun “dünü… bugün çizdim.” sergisi. gülce’nin çok görmek istediği bir sergi. şemsiye kullanmadan devam ediyoruz, yürüyüşçünün hası olduğumuzu söylemiş miydim? tophane-i amire müthiş mekan. taş duvarlar insan ruhu ile yarışır bence. öyle dolu dolu, mesafeli bir o kadar da sıcak. içinde, dışında kendi çevresinde yaşayan tüm canlıların hafızasını taşıyor sanki. böyle bir mekanda açılan sergide fahrettin bey yaptığı eserler için en uygun yeri bulmuş bence. kendisi ile tanışıp sohbet etme imkanı da bulduk ve kendisinin ilk sözlerinden biri de bu oldu. sergideki eserler islam temalı. besmele yazılışları, hilye- şerifler v.s. bu arada gülce sergiyi dolaşırken mimar sinan güzel sanatlar hocalarından nilgün hanımla da tanışıyor. nilgün hanım fahrettin beyin eserlerini sanat galerisinde sergileyen insan aynı zamanda. konuşurken laf lafı açıyor ve sonunda gülce ile aynı eserleri çok beğendiklerini farkediyorlar. gülce’ye mimar sinan’da bölüm başkanlığı öneriyor, kabul ediyor ve bir anda hayatımız değişiyor. paralel evrende böyle olsa güzel olurdu tabi. nilgün hanım ve fahrettin beye teşekkür ederek, saygılarımızı sunarak sergiden ayrılıyoruz. http://www.dunubuguncizdim.com/

yağmur hafif durgun. neyin var diyoruz ses etmiyor. biz de rotayı eminönü’ne çeviriyoruz. tarihi yarımada bizi bekliyor. bu arada istanbul’un sağanak yağmurda en büyük sorunu sel baskını değil, şemsiye terörüdür diyerek gülce ile hem fikir oluyoruz. insanımız şemsiye kullanma konusunda bilinçsiz azizim. konu hakkında tecrübeli olsak da bugünkü etap bizi zorladı diyebilirim. köprü üzerine geldiğimizde kararımızı veriyoruz. gülce hıdrellez günü yaptığı dilekleri boğazın serin sularına bırakırken ben de süleymaniye camiine bakarken aklımdan geçiyor artık zamanı diye. gülce’de bana katılıyor ve eminönü’nden mercan yokuşuna doğru kıvrılıyoruz. incik boncuk dükkanları arasında çeşitli alışverişler yaparak hedefe doğru ilerliyoruz. ve artık süleymaniye’deyiz. kendisini anlatmak gereksiz diye düşünüyorum. tüm ihtişamı, haşmeti, ruhu, enerjisi ile bence insanın inanma ihtiyacını karşılayan bir mabed.

camii içinde hayranlığımızı allah’a sunarken gülce’ye dünyanın bu topraklarında doğmayan bir amcası avizelerdeki yumurtaların neden orada olduğunu soruyor. amca bunu soruyor da biz avizeler de yumurta olduğundan bile bihaberiz. eee, ııı derken yurdumun canavar gençliği imdada yetişiyor ve bizi bilgilendiriyor. gülce de amcayı kendi dilinde bilgilendiriyor. efendim yumurta dediğim şey devekuşu yumurtası ve bu yumurtalar camii içine örümceklerin girmesini engelliyormuş. bilgiyi sorgulamadan inanarak amcayı da aydınlatıyoruz. camiden çıktıktan sonra acıktığımızı farkediyoruz. aslında overlok makinesi de ayağımıza geliyor. süleymaniye kuru fasulyecileri hemen camii avlusunun önünde konuşlanmış. kuru fasulye, pilav, ayran, turşu, salata, biber sekiz lira. oh ne ala, ne ala. rejim mi o da ne? ekmeği bana bana tabağı sıyırıp cem yılmaz’ın mehmet yaşin’i anlatması gibi tabağın dibini görüyoruz. utanmasak daha daha diyeceğiz. kalkıp dinlenmek için mekan arayışına geçiyoruz. aslında aklımda bir mekan var. hüsnü ala adında nefis manzaralı bir nargileci. gülce bana başka bir yer daha öneriyor. hemen caminin dibinde. ama deniz görmediğinden önerisini nazikçe reddediyorum. hüsnü ala’yı bulup gidiyoruz ama o da ne her yer dolu, içerden bangır bangır bir müzik ama sufi desem değil ilahi desem değil. bildiğin kapitalist muhafazakarizm. neyse ne diyerek çıkıyoruz mekandan. geldiğimiz yola bıraktığımız yağmur damlalarını takip ederek eminönü’ne iniyoruz. bu arada mercan yokuşuna girmeden gülce çok istediği rengarenk şemsiyesini de alıyor. size akıllı, uslu yürüyüşçünün tedarikli olması gerektiğini söylemiş miydim?

eminönü’ne geldiğimizde ne yapacağımızı konuşuyoruz. eve gitmek istemiyoruz ama bir dinlenmeye ve kahveye ihtiyacımız var. en iyi seçenek olarak çemberlitaş çorlulu ali paşa medresesi geliyor aklımıza. daha doğrusu benim nargile içmem de lazım. tramvaya atlıyoruz demek isterdim ama yağmura rağmen halkım yarımadaya sahip çıkmış. hani metrobüs durağına gittiğinde görürsün ya kalabalığı, mahzun olursun ama kaderindir, evde bekleyenin vardır, bineceksindir o araca, this is sparta dersin. o hesap. yurdum kadın ve çocukları derneğinin eminönü tramvay durağında buluşalım çağrısı çok ses getirmiş. bir şekilde bebek arabalı kadın binmekten vazgeçince atıyoruz kendimizi tramvaya. çorlulu ali paşa’ya varıyoruz. yağmur vesilesi ile kimse ben dışarda otururum aga demediğinden bıranda altları prim yapmış durumda. ama ne olursa olsun. oturuyoruz biz de. burası benim evim sanki. her gelene selam vermek istiyorum, herkesle konuşmak istiyorum. iki orta kahve, bir nargile bir kitap, biraz fotoğraf, instagram, ekşi sözlük, facebook, ve sohbet. hepsi bir arada. yeni nesil ruhaniyet. endüstriyel şeylere karşıyız ama bunlar artık hayatın içinde bir parça. dengeli kullanımla mekanın ruhunu kaybetmiyoruz. gülce kürk mantolu madonna kitabını okurken arada kafasını kaldırıp erenlerin ruhunu ciğerlerine çekerken, ben nargilemin nefesini çekmekle yetiniyorum.

fenerbahçe’min şampiyonluğunu kutlama etkinlikleri çerçevesinde 19:07 de mekandan kalkıyoruz. bu arada bir not daha. biz bütün bu gezileri yaparken, barolar birliği başkanı metin feyzioğlu başbakanı kızdırıyor, başbakan atarlanıyor, cumhurbaşkanı ve genelkurmay başkanına “düşün önüme” diyerek danıştay etkinliğinden çıkıyor, bize de malzeme çıkıyor. arada onun da makarasını yapıyoruz. ama biz yolumuza bakalım diyerek tramvay ve vapurla kutsal topraklar olan kadıköy’e adım atıyoruz. burası bizim vahamız. evimiz. yurdumuz.
sokak günlüğü bitiyor sonunda ve eve giriyoruz. oh be diyoruz ama yorgunluktan değil. gülcenin ayakkabısı vurmuş ondan 🙂 şaka bi yana oh be diyoruz çünkü böyle muhteşem bir şehri, muhteşem bir havada tavaf etmenin zevkini yaşıyoruz.
satırlarıma son verirken yazının yazılma esnasında dinlenen şarkıları da sizinle paylaşmak isterim. hepsi youtube’a girebilen kitle için şurada;
tayfun.