Patti Smith’den alacaklı olma ayrıcalığı

Selamlar okuyucu,

Sabah erken kalkıp, bir önceki akşamdan salonda kalan artıkları topluyordum. Cuma akşamından ne kalırsa artık. Ağzı açık mayonez, ketçaplar, yarısı yenmiş soğan halkaları, patatesler, açılıp içilmemiş o son bira, ortada duran boş şişeler. İçeriye sinen yoğun yağ kokusu da cabası. Koku geçsin diye balkon kapısıyla, arka odanın camını açayım dedim. Arka odaya gittiğimde baya bi kımıldamadan yerimde kalmış olmalıyım ki Gülce içerden neye bakıyorsun öyle diye seslendi. TRT 2 de yayınlanan bir sanat filmi gibiydik. Eğer bi arkadaşın olsa neye bakıyon yarram diyebilecekken, diyemiyorduk. Gece muhtemelen tekilayı ve diğer renkli, renksiz alkolleri karıştıran bir hayvan evladı koca apartmana bir mural yaparcasına yukardan aşağı kusmuştu. Bizim camlar da bundan nasibini almıştı haliyle.

İki tarafı muhteşem ormanlarla çevrili m1 otobanındaydık. Sabahları akşamdan kalma uyanmak yeterdi, fazlasına gerek yoktu. Camı temizleyip, o bulantı hissiyle kendimizi yola vurmuştuk. Mor ve ötesi beynimizin kıvrımlarındaydı, “güne kahveyle başladım, ağzım kuru zihnim açık beyaz camda görüntüler, hepsi o kadar dürüst ki. Hayatımdan çok memnunum, aşk bitti aşk aptallıktı, bir de sigarayı bıraksam kimse tutamaz beni artık.”

At yalanını, sikim inananı Harun diye dinlemeye devam ediyorduk. Yol çok güzeldi. Okul tatili olması sebebiyle kalabalık vardı, ama bize koymazdı. Beraberdik, yoldaydık, sınırsız müzik ve yarım depo benzinimiz vardı. Bir süre sonra büyük ev ablukada “güneş yerinde, her şey yolunda” diye girdiğinde keyfimiz yerine gelmeye başlamıştı.

Şehir hayatına alışamıyorduk. Yok, hayır öyle “abi alacan aslında karavan, vurucan kendini yollara” hissi değil bu. Tamam o da var ama bu başka. Yeni bir şehre geldikten sonraki o ilk illüzyon geçtikten sonraki, e şimdi ne olacak hissi gibi bir şey daha çok. Arkamızda bıraktığımız melbourne’ü özlüyorduk belki de. Geçtiğimiz hafta sıkıntıdan kendi bloğumuzu biraz okuduk. Narsizmin dibiydik resmen. Farkettik ki, ulan biz baya baya Melbourne sakini olmuşuz, ne kadar anı bırakmışız kendimizce her bir köşesine. Artık İstanbul ve dahi memleket özlemine yenilerini eklemişiz. Tam bunları konuşurken Sattas “eskitilmiş” çalarak söz giriyordu. Nostaljimiz kısa tarihliydi, acaba depresyonda mıydık.

Yol bitip, kendimizi peregian beach adlı sunshine coast kasabasında bulunca bütün depresyonumuz ortadan kalktı. Hava güzeldi, okyanus bütün maviliği ve olanca tuzuyla karşımızdaydı. ‘Hands of Fatıma’ adlı kafede menemenlerimizi yerken, şortlu, mayolu, parmak aralı, arasız bütün ahali yanımızdan akıp geçiyordu. Menemene daha bi iştahla girmiştik.

Sahil kasabalarının belli başlı prototipleri oluyor gibi, sanki. Bilmiyorum, bana öyle geliyor. Orta yaş üstü, İpek beyaz elbise, hasır şapkalı kadınlar, krem rengi keten pantolonlu, bronzluğun dibi erkekler ve ne kadar bol giyseler de alttan çıkan o göbekleri. İşte o göbek benim onlarla tek ortak noktam, göbek bağım. Ve bu kadın ve adamların işlettiği, cebinizde paranız varsa itinayla alırız dükkanları. Yazlık kıyafetler, bahçe mobilyaları, ev süsleri. Kendinizi zengin hissettirecek bilumum zamazingo. Kirayı, faturaları, ve ay sonuna yetecek kadar birayı düştükten sonra kalan tüm parayı alabilirler, sorun yok. Çünkü biz ezik, fakir orta sınıf içimizdeki tüm loserlıkla onlardan olmak için, onlar gibi hissetmek için her şeyi yapabiliriz. Bu düşünceye tam inanır gibi olup, varlığım varlığına armağan olsun pörsümüş zengin götü derken Gülce beni bu hayalden uyandırdı. Kapılma aşkım, kapılma girdaba.

Ne diyordum, şehre alışamıyoruz. Galiba gençlik ve orta yaş denen o sınırın bir iki adım ötesine geçtik. Meksika sınırı gibi. Ama bu sefer Meksika’dan Amerika’ya değil de mal gibi Amerika’dan Meksika’ya geçtik galiba. Bir yanımız hala direniyor gerçi. Matrix’de Neo’nun tren istasyonunda sıkışmış hali gibiyiz. Yola atlayıp, geçmeye çalışsakda her yer aynı istasyona çıkıyor.

Matrix dedim okuyucu. Geçen eve geldim, Gülce bir anda üstüme atlayıp, yihhu, vuhhu falan demeye başladı. Normal bir erkek bu durumda anansıikim çocuk geliyo, bez almak lazım, canı nar ister, gece yarısı açık manav falan diye düşünür. Ben onu da düşünmedim, prensip olarak düşünmüyorum, kaybedenler kulübünde dendiği gibi. “Matrix 4 geliyo aşkım” diye bağırdı. hımm matrix dört geliyor, evet dedim sadece. Heyecanlanmadın mı dedi. Yok dedim. Niye öyle dedim bilmiyorum. Oysa ilk matrix filmini yayınlanmadan altı ay önce falan beklemeye başlamıştım. Gazetede yayınlanan bir haber vardı, film sektörü değişecek falan diyordu. Bir cumartesi günü Beyoğlu Emek sinemasında bizim Fiko ile gitmiştik. Öğleden sonra seansına bilet bulup, biraz istiklalde gezdikten sonra film başlamadan bir saat önce falan fuayede beklemeye başladık. İçerden acayip sesler geliyordu, birbirimize bakıp, n’oluyo lan içerde falan diyorduk. Film bitti, seanstan çıkanlar hipnoz edilmiş gibiydi. Sonra biz girdik, Neo ve trinitynin binayı basıp, havada takla atarak mermilerden kaçtıkları sahne geldiğinde, dişçi koltuğunda gibiydim, ellerim koltuğa sımsıkı yapışmıştı. Şimdi ise yeni filme heyecanlanmamıştım. Ta ki fragmanda ekrandan yazılar yukardan aşşağı kayana kadar. Allahhhh nidaları ile inlettim Brisbane’ı.

Sonunda bir köyden ev bulduk okuyucu. Şehre alışamamıştık, köye göçmeye karar verdik. Paramız olsa sahilde bir köy olmasını dilerdik, ama şimdilik bize yeter, kafamızı sokabileceğimiz kadar bir köy olması yeterli dedik. Pembe panjurlu köyümüz. O sebeple cama kustular mı, asansöre sıçtılar mı, siklemedik. Aslında sikledik de sonra bunun bizim kararımızı destekleyen bir şey olduğuna kanaat getirdik, sevindik.

Maroochydore adında bir kasabada oturuyorduk. Nehir denizle birleşirken yanına bir park yapmak süper fikirdi. Hatta o güneşte bir ağacın altında gölgeliğe masa koyup, fish&chips gömerken bira içmek, tanrıya adak adamak gibiydi. Bizim tanrılarımız böyle, bakire istemez, bira ister, balık ister, patates ister. Yerim öyle tanrıyı. Helvadan put yapan Mekkeli gibi konuştum galiba.

Geçen sene pandeminin başladığı ilk zamanlardı. Daha kimse gelecek hakkında fikir sahibi değildi. Biz de hala gelecek planları yapıyorduk. Yok efendim Metallica konserine bilet almalar falan. O arada bir reklam gördük, punkın godmother’ı Patti Smith şehre geliyor. Oha, Gülce çok sever, hemen alayım biletleri dedim. Aldım. Sonra ne mi oldu. Konserler patır patır iptal oldu. Metallica ki kendileri paraya tapar, bilen bilir. Hemen iade işlemi yaptılar. Peki Patti Smith ne yaptı. Bir buçuk sene oldu on kere konser tarihi erteledi, altı aydırda ses seda yok. Bak sen,punk heeee, rocknroll heree. Ulan başbakana mesaj atacağım halkı uyarsınlar, kendilerini sanatçı, punkçı vs diye tanıtıp sizden para isteyenlere itibar etmesinler diye. Bak yarın bir gün allah korusun başına bir şey gelir falan, sağda solda konuşurum bize borcu vardı diye. İşin şakası bir yana, paramızı alacaksa Patti alsın beeeee. Helal olsun, aşk olsun.

İşte böyle okuyucu, kendini koru, öyle Moğollar, Cahit berkay falan konser yapıcam der, aman diyim. Kendine iyi bak bozkırın tezenesi, sağlıcakla kal, sağlıkla kal.

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s