Yine düştük yollara, yollara, yollara… Yine aştık dağları, dağları, dağları……
Ee bir de “Sol’da güneş yükseliyordu, güneye giderken”…. gönül istiyordu biz de bu şarkıları söyleye dinleye güneye gidelim diye yıllardır. Zaten hayatımızın en güneyine kalkmış Avustralya’ya gelmişiz.. Dedik az daha güneye gidelim, güney kutbuna 5 kala son durak olan güzide memleketimizin güzide eyaleti ve de adası olan Tazmanya’ya niyet ettik Tengri rızası için uçmaya…
Bir önceki yazıda Tayfun bey kutsal kırismıs tatilimizin ilk yarısını geçirdiğimiz Sydney ve güzelliklerinden dem vurmuş ve de her nedense en güzel kısmını yazma işini bana bırakmıştı. Neyse Sydney deniz kum güneş vs geçtikten sonra direk Tasmanya’nın başkenti Hobart’a uçtuk..
Şimdi öncelikle bilmeyenler için ( ayıp değil yahu, biz de bilmez idik.. hatta Tasmanya Canavarı olmasa adını duymayacağımız bir yer olurdu-ki geldik, gördük, dağda bayırda karşımıza çıktı, ayağımıza geldi) Tasmanya bir ada, Avustralya’nın güneyinde yer alıyor. Bu sevgili ada eyaletimizin en öne çıkan özelliği ise dünyanın en iyi, en saf havasına sahip olması imiş. Bunu gitmeden önce de duymuştum ama gidip ciğerlere o havayı çekince ne demek olduğunu gerçekten anladık. Gerçi nasıl temiz ve saf olmasın ki hava her köşesi yeşil, yeşil, yemyeşil bir yer. Yağmur ormanları, dağları, milli parklar, birbirinden harika koyları, heybetli devasa kayaları, okyanusun debdebesi, koyların sakinliği, vahşi yaşamı, huzuru ile Tasmanya bize ” kalbim Tassie’de kaldı” dedirtti…
selamlar okuyucu, ben geldim. hava kırk derece, evin camı, kapısı kapalı, sıcak olmasın diye nefes bile almıyoruz. neden ben geldim, çünkü hava kırk derece okuyucu. dönüşümlü yazıyoruz. bira almaya gittiydim mahalleye, döndüm geldim, gülce yol haritasını çıkarmış, geçmiş karşıma oturdu, çok sıcak ulan yok yazı mazı diye. aşırı sıcakların asabiyete etkisi test edildi, onaylandı.
ne diyorduk, tazmanya. ya amk niye döndük ki lan biz tazmanyadan diye şu an asabiyeti bir sonraki seviyeye taşıyorum. göt kadar adada yağmur ormanları mı ararsın, muhteşem ötesi plajlar mı, üzerinde gittikçe insanı kendisine aşık eden yol manzaraları mı, ne ararsın okuyucu, hepsi burda. avustralyanın ilk hapishanesi desen burada. porth arthur denen, tazman yarımadasında. bu ilk hapishane olayına biz baya gerilimli gittik. dedik heralde böyle ne kadar seri katil, düzenbaz adam varsa çıkacak karşımıza. niye? çünkü hikaye öyle anlatılıyor. ingilizler avustralyayı ilk bulduklarında ne kadar suçlu, hükümlü varsa buraya göndermişler diye. insanın aklına da doğal olarak büyük suçlar, büyük suçlular geliyor. ama neymiş biliyor musun okuyucu? bildiğin adi suçlar, baklava çalan çocuklar, yankesicileri göndermişler buraya. ari ırkı yaratmak için ne kadar alkolik, akli dengesi bozuk, küçük suçlara meyilli adam varsa atmışlar gemiye. tam bir orospu çocukluğu yani. şimdi bu avustralya insanları çok güzel insanlar. sakinler, güler yüzlüler. benim çıkarırım okuyucu, zaten bunların ataları olan insanlar da o kadar kötü değilmiş, genetik olarak gördükleri acılar torunlara geçmiş ve bir sakinlik dühul etmiş bunlara. acaip götten atar, çıkarım yaparım.
bu tazman yarımadası denen yer okuyucu çok güzel bir coğrafya. çok güzel koylar var. zaten eğer tazmanya da bir road trip yapmayı planlıyorsanız, minimum on gün derim ben. çünkü yolda giderken bir tabela hooppp güzel bir manzara noktası, hoppp bir koy, hooppp bir plaj. sürekli bir doğal güzellik. biz de işte böyle gidiyoruz yolda, dediler bir korsan koyu varmış. dedik gidelim. sabah kahvaltıyı edip girdik yola. koy da koy hani. tepeden baktık, deniz görünüyor derken, bir grup insanın yol kenarında, uçurum kıyısında beklediğini farkettik. bu nedir falan derken, baktık eski model bir minibüs, restore edilmiş, kokoreççi açılmış diyecektim, diyemedim. kokoreççi değilse de kahveci açmışlar. iki tane güzel insan. yıllardır oradalarmış. ya adam minibüsü kahveci yapmış, eyvallah on numara hareket, yanına bir de teleskop koymuş, minibüsün yanına, yola, yere battaniye, minder atmış, aşağıdaki inanılmaz manzaraya bakarak kahveni mi içersin, yanında ki azığını mı yersin, ne yaparsan yap. ah ulan ne güzel yerdi o be. bak şurası okuyucu.
şimdi efendim, gönül isterki biz size gün gün ne yaptığımızı anlatalım, şurada kaldık, burada bunu gördük falan diye. ama biliyorsunuz bloğunuz vakitlice, bırak dağınık kalsın felsefesini kendine şiar edinmiştir ve bundan asla taviz vermez. bunu da yazının başında değil ortasında söylemesi de tarzını desteklediğinin en büyük göstergesidir. ne diyorum lan ben. neyse okuyucu biz ilk gün hobarta gelmiştik tazmanyada. ama hobart denen fotoğrafların en sevgili şehrini çok gezme fırsatımız olmadı. onun yerine, tahune denen bir national park içindeki mekana gittik. tahune air walk. nedir tahune air walk. yağmur ormanlarının içinde, ağaçların en tepe mesafesinde bir yürüyüş yolu. bildiğin ağaçların tepesinde yaklaşık yarım metre eninde bir köprü üzerinde yürüyorsun. öyle yüz metre falan da değil, yaklaşık bir buçuk kilometre, altmış metre ortalama yükseklikte. benim yükseklik korkum vardı, üstüne gittim, artık daha çok korkuyorum. yağmur ormanı olduğu için yağmur da yağdı, nehir kenarı zaten, bildiğin ayder yaylası özlemimi giderdim yav, bir de çay söyledim, ohhhh keyif pezevenkliği adeta.
böyle tek tek anlatınca kendimi tur rehberi gibi hissediyorum. o yüzden özet geçeceğim. hobarttan yola çıktık, tazman yarımadasına geçtik, oradan bicheno denen sahil kasabasına geçtik ki burayla ilgili biraz detay vereyim. bicheno çok güzel bir yer. burada penguen gördük. küçük, küçük penguenler. sadece gece görebiliyorsunuz. biz bir tur almıştık onlarla gördük. akşam dokuz gibi alıyorlar sizi sahilde koruma altında bir bölgeye gidiyorsunuz. sonra bu küçük penguenler yavaş yavaş denizden çıkıp geliyorlar. öyle tek tek değil ama, güvenlik problemi olduğundan dörtlü beşli grup yapıyorlar, yolda gelirken sürekli durup, otuz saniye uyuyorlar falan. ya görmen lazım okuyucu. kıyıda yaptıkları küçük yuvalarda erkekler yavruları denizden karınlarında getirdikleri balıklarla besliyorlar. her gece üçte denize açılıyorlar, ertesi gün hava kararınca dönüyorlar. sonra bu bichenoda fok gördük. bunlar da denizin orta yerinde kayalarda yatıp güneşin tadını çıkarıyorlardı. biz altı komple cam olan bir taka bulduk, onlarla gezdik bicheno kara sularını.
rın, rın, rın, rın, rın, rın. jaws müziği yaptım sana okuyucu. nasıl, benzedi di mi? niye yaptım dersen eğer, anlatayım okucuyu.(bir sigara yaktı, uzaklara baktı, bağlama girdi) yine bir gün tazman yarımadasında kaldığımız mekanın denize bakan tarafında içiyoruz. güneşi batırıyoruz. arkadaş dedi ki denizde bir şey var. dedim yaaaa gel git başladı kayaların üstüne su vuruyor, odur. arkadaş bir kaç saniye sonra yine dedi bir şey var diye. ulan döndük baktık, köpekbalığı yüzgeci. ananısikiimmmm, köpekbalığı diye bi bağrındık. sanırsın onbeş metre jaws gelip üstümüze atlıyacak, içmeyin lan burda bi daha diyecek bize. bu arada kendisinin sadece yüzgecini gördük, o bile yetti, götünü yiyim abi çekmemize. kaldığımız yerin sahibesi olan kadın da, ben sabah köpekbalığı gördüm, biri denize giriyordu, uyarmadım diye anlatmıştı bize. bak bak, ibneliğe bak.
böyle böyle gezdik tazmanyayı okuyucu. yol üstünde şarapevi gördük, durduk, peynirci gördük durduk, benzinci gördük, durduk. hepsi mühim çünkü. ha ne diyordum, özet. bicheno’dan sonra vurduk kuzeye, bay of fire denen yere. abiiiiii, o nasıl bir deniz rengidir yaa. turkuazlar, lacivertler, bastıkça vırık, vurrrukk diye ses çıkaran bir kumsal. yüzdük okuyucu, pişman değiliz, yine olsa yine yaparız.
oradan vurduk launceston denen şehre. burası da gördüğümüz en apaçi yerdi diyebilirim. koca koca iç savaş toyotaları, hep şekil country müzik kliplerinden fırlamış, böyle kot kolsuz gömlek, saçlar hafif uzun, sarışın, bela arıyorum uleeennn diyen tiplerle doluydu. şehir içi devasa bir toyota hilux parkuru gibiydi. herkes gaza basıyor, öbürü daha çok basıyor falan. burada gece bara çıktık, ve evet sevgili okuyucu, bu şehirde kızlar teklif ediyor, gözümüzle gördük barda.
launceston biraz içerde kalıyor, deniz yok yakın mesafede. cataract gorge diye bir yer vardı. büyükçene bir vadinin içinde teleferikle tepeler arası ulaşım, ortada bir nehir, yanında bir havuzla, deniz açlığını dindiriyorlar. çok güzeldi diye belirtmiyorum.
bir de cradle mountain diye bir dağlarına gittik. çok güzeldi diye belirtmeme gerek yok sanırsam. ama gidecekler için bir not, giderken etinizi, köftenizi alın, ama şarabı, birayı bol tutun. tecrübeyle sabit. çünkü giderken ben biralarımı aldım, gülce de bir şişe şarabını aldı, başka bir arkadaşımız daha var, bir şişe şarap içecekler. bak dedim, dağ başı, hava serin olur, yaz günü, insanın yedikçe yiyesi içtikçe içesi gelir. alın bir kaç şişe daha. yok efendim onlara yetermiş, yok efendim benim gibi alkolikmiymişler falan. neyse okuyucu dağa çıktık, danışma kulübesi vardı, içinde su, şarap, bira da satıyorlar. koşarak gidip eksra şarap aldılar. niye? çünkü tecrübe konuşuyor okuyucu.
böyle böyle gezdik işte. tadı damağımızda kaldı. yine gidelim. hep beraber gidelim. biz uzun zamandır tatil falan yapmamıştık zaten, götümüzü toparlayacaz diye. ama tazmanya çok iyi geldi bize. götü öyle bi dağıttık ki, zor toparlarız, ama karşılığını verdi beeee. parayı böyle harcayacaksak helali hoş olsun. kendimi pohpohluyorum okuyucu farkettiysen.
kırk derece diyorum okuyucu. çok sıcak, esmiyor. es.