bir cumartesi sabahı erken uyanmanın bir sebebi olmalı. benim sebebim de vardı ve çok önemliydi. uzaklarda, çok uzaklarda bir yerlerde avrupa şampiyonası çeyrek finalinde galler ve belçika maç yapacaklardı ve iflah olmaz bir futbol delisinin saat farkına bakmaksızın bu tarihin tozlu raflarında yerini alacak maçı izlemesi gerekiyordu. sabah saatin beşiydi, kuşlardan çok azı uyanmıştı ve avustralya’da gün başlamamıştı bile. ama üst kat komşularımızın yapay zekaya sahip olduğunu düşündüğüm çamaşır makinesi mesaiye başlayalı çok olmuştu. sanırım kendisi amerika’dan ithal ve jet lag dönemi çok uzun sürüyor olsa gerek. neyse bu uzun girizgahın anlatacağımız şeyle alakası yok. sadece laf olsun, giriş yapabilelim diye.
neyse maçı sabah beşte izleyip, yedide tekrar uykuya daldıktan sonra on buçuk gibi tekrar uyandım. gülce’yi de uyandırdıktan sonra kahvaltıda ne yiyelim telaşesine düşeceğimizi bildiğimden hemen ortaya bir plan attım. “sen şöyle nehir kenarı bir mekan bulsana, az su görelim, kahvaltı da ederiz.” kendisi araştırmacı bir insan olduğundan ünlü ve gurur kaynağı nehrimiz yarra’nın kıyısında, evimize yakın, küçük bir tram yolculuğu ve arkasından bir kilometrelik ufak bir yürüyüşün ardından ulaşacağımız studley park boathouse’u keşfetti. yani planın böyle olması gerekiyordu. çünkü google’a sormuştuk, google maps ile güçlendirmiştik planı. hazreti google’ın hata payı yoktur der eski ahitte bir yerlerde.
evden çıktık, trama atladık, sevimli semtimiz kew’un dört yolunda inip, google haritalar aracılığı ie küçük yürüyüşümüze başladık. bu sayede oturduğumuz mahallenin neresinde ne var ne yok öğreniyorduk aynı zamanda. çok güzel sokaklardan geçerek, boathouse’un olması gereken şanlı yarra nehrimizin kenarına geldik. yağmur yağmaya başlamıştı ama çok da tındı bizim için çünkü boathouse’a 140 metre vardı. yani google maps öyle diyordu. ama olmadı, olduramadık. haritanın tam bize işaret ettiği yerdeydik ama ağaçtan, çimden, ve nehirden başka bir şey yoktu. neyse efendim google yanılmıştı. tekrar yola çıktık, yürüyüşe devam ettik, bir amcaya sordu gülce, “buralarda bir boathouse varmış, nerede” diye. amca doğruladı ama burada değil bir kilometre yürümeniz lazım dedi. yürüdük, dünyanın en güzel yollarından biri nasılsa. bir taraf nehir, kaldırımın hemen yanında bisiklet yolu var, arabalar bisikletliler için yavaş gidiyor, ve önümüze bir şey çıkıyor. bakıyoruz bir pompa. bildiğin lastik pompası. belediye ve vicroads yol kenarına koymuş, bisikletinizin lastiği kabak olmuşsa alın şişirin, eve dönebilin diye not eklemiş yanına da.
sonunda boathouse’a ulaştık. ulaşır ulaşmaz da derin nefesler alarak oksijenin tadını çıkarmaya başladık. nehir kenarında, küçük bir çay bahçesi, kiralık kayıklarla, doğaya çok az dokunuşla ortaya çıkarılmış, büyükçe bir parkın içinde. golf sahaları, büyük piknik alanları ve kuşlarıyla, ağaçlarıyla, şehrin içinde bir cennet.
Boathouse esasen Studley park’ın içinde bir alan. Bir büfe, bir cafe-restaurant ve bir kayık kiralama alanı var. çayımızı hüpletip tostla karnımızı doyurduktan sonra ” madem bir boathouse’a geldik neden kayık kiralamayalım” dedik. Biri boğazın anadolusu’ndan biri rumeli’sinden 2 boğaz çocuğuyduk neticede.E suyu bardakta da görmemiştik. İstanbul’da haliç’te beraber kürek çekmişliğimiz de vardı. Malum “safety first” yani “önce güvenlik” memleketinde olduğumuzdan can yeleklerini sırtımıza geçirdiler, fermuarını çekmediğimiz için fırça kaydılar ve dualarla suya saldırlar bizi. birinci kaptan Tayfun ikinci kaptan Gülce olarak aheste aheste nehir boyu ilerledik. sadece kuşların, rüzgarla salınan yaprakların ve küreğin suya girip çıkarken çıkardığı seslerinin duyulduğu masal gibi akıverdik yarra nehrinin gövdesinde. Kah güldük kah sessizce etrafı izledik… Suyun üzerinde olmak ne kadar güzelmiş bir kez daha hatırladık. Kayığı aldığımız noktaya geri bırakmak üzere iskeleye yanaşırken başka bir kayıktan inen bir grubun nasıl becerdilerse kayığı bağlayamadıklarını ve kayığın tek başına nehirde ilerlediğini gördük. 2 süper kahraman olarak yardım çağrılarına kayıtsız kalamazdık. taytlarımızın üstüne donlarımızı çekecek vaktimiz yoktu. hemen iskeleye yanaşıp görevli elamanı kayığa alıp kurtarılacak kayığa götürdük. alkış kıyamet konfeti falan derken :))) neyse kendisine yardımcı olduğumuz için teşekkür mahiyetinde bir paket kuş yemi verdi bize görevli arkadaş. bize de bunları ördekler,kazlar ve kuşlara iletmek düştü. kim kime yardım etti, kim karlı çıktı belli değildi resmen.
kayık sefasından sonra birazda bulunduğumuz parkı gezelim diyerek yine yola düştük. asma köprüden nehrin diğer tarafına geçmek üzere köprüye girdik. adı üstünde asma köprü sallanıyor yürüdükçe. filmlerde her zaman bir taraftan kopan halatların aksine sağlam yapmışlardı. karşı taraf diğer tarafa nazaran daha düzdü. kocaman bir yeşillik, sahiplerinin özgür bıraktığı köpekler ve alabildiğine koşma lüksü. ve bu yeşil hiçliğin ortasında bir tek bank. sanki orada otur ilham al, fotoğraf çek, sosyal medyaya mesaj kaygılı içerikler koy diye bırakılmış. biz de geri kalmadık tabi. üstümüze düşeni yaptık.
park sefamız bittikten sonra eve mi gidelim ne yapalım derken, evden oldukça uzaklaştığımızı fark ettik. üstelik dönüşte yolumuz bulalım diye attığımız ekmek kırıntımız da yoktu. yine google maps’e sorduk. bir buçuk kilometre ilerde bir tren istasyonu vardı. ona doğru yola koyulduk. bir kaç yüz metre sonra muhteşem bir melbourne manzarası bizi karşıladı. burası melbourne’a ilk geldiğimizde arkadaşlarımızın bizi götürdüğü abbotsford convent denen mekanın üstüydü. tepelik noktadan convent ve melbourne şehir merkezi harika gözüküyordu. on metre sonra bir otobüs durağı fark ettik. ve baktık ki güzide semtimiz kew’den şehire giden otobüsler buradan da geçmekteydi. google’a afilli bir küfür savurup ilk otobüse atladık. şehire mi gidelim ne yapalım derken, melbourne’ın kadıköy’ü, istiklal’i fitzroy’u görünce indik. kısa bir yürüyüşle collingwood’a uzanan smith street’e geçtik. burasıda istiklal caddesi gibi başlayıp, tarlabaşına bağlayarak biten harika bir cadde. içinde yok yok. harika lokantalar, ne alırsan iki dolarcılar, bişi almasanda kol gibi hesap gelen vintage mağazaları derken gün akşama bağlandı.
bu kısa gezimizde güzel vakit geçirdik. eve gelip hemen sizinle paylaşmak istedik, yazıya başlamadan bir çay koyduk, playlistte the white buffalo “oh darlin’ what have i done” dönmeye başladı…