Memlekete geleli altı ayı devirmişken henüz Avustralya denince insanların ve bizim aklımıza gelen görsellerdeki mekanlara gidemedik çok fazla. en fazla okyanus kıyısında ayağımızı suya soktuk, yılbaşına kumsalda girdik, Sydney Opera House önünde fotoğraf çektirdik bir de heyecan babında Mornington Peninsula’ya gittik. bunların dışında ilk gezimizi geçtiğimiz hafta sonunda Perth’ten ziyaret eden sevgili arkadaşlarımızla birlikte Great Ocean Road ve twelve apostels’a giderek gerçekleştirdik.
melbourne merkezden yolculuğumuz yaklaşık üç buçuk saat sürecekti. hiçliğin ortasına gidiyoruz, bir şey bulamama ihtimalimiz çok yüksek olduğundan, açlıktan kurda kuşa bilumum avustralya hayvanına yem olmamak için yolluklarımızı sabah erkenden hazırlayıp çıkınımıza doldurduk. great ocean road denilen yol normalde çok uzun olduğundan ve zamanımız kısıtlı olduğundan dolayı belli bir yerden sonra sahilden değil içerden giderek yolu kısaltma kararı aldık. bu sayede bilumum çiftlik, köy, kasaba, inek, öküz, buzağı, koyun, kuzu görme fırsatımız oldu. canlı kanguru göremediysek de yol kenarlarında kazaya kurban gidenlere şahit olduk. yol üzerinde bir çok tabela olmasına rağmen bu kazaların önüne geçmek imkansız.
o kadar köy kasaba geçince köy yumurtası almazsak olmazdı. sağolsun bir çiftlik sahibi kapı önüne bırakmış kutusu ile, üstüne de fiyatını yazmış. biz de nasiplendik, ödemesini de kutuya bıraktık.
yol boyunca çok enteresan köy ve kasabalardan hatta şehirlerden geçtik. köyleri bir nebze anlayabiliyor insan, çiftlik hayatı falan güzel de, o kadar içerde şehirde yaşamanın sebebini çözemedik. sonuçta büyük kıta, sahil kesimi bol. rutubet yapıyor diye dedeleri arsa almamış sanırız 🙂
bir süre daha gittikten sonra, okyanusun muhteşem maviliği ile great ocean road bizi karşıladı. gezimizin asıl amacı olan twelve apostles işte tam bu noktada bizi kendisine hayran bırakmaya başladı. arabımızı park edip ilk durağımızda gezimize başladık.
yanına yaklaştıkça sadece bizleri değil orada bulunan herkesi büyüleyen muhteşem bir doğa harikası ile karşı karşıyaydık. koca koca kıta parçaları okyanusun, rüzgarın ve bilmediğimiz başka güçlerin yardımı ile birer ikişer km ara ile suyun üzerinde tüm ihtişamı ile durmakta idi. Yeni Zellanda’nın da bir zamanlar Avustralya’nın bir parçası olup aynı güçler tarafından koparılıp oluşturulduğunu düşününce insan etkileniyor, tüyleri ürperiyor. her ne kadar adı twelve aspostles olsa da bildiğimiz kadarı ile şu an dokuz taneler. geri kalan üç tanesi ise dalgaların etkisi ile yıkılmış. bu arada bir kaç tane yeni bulunduğunu duyduk ama kesin bilgi değil, yaymasak da olur 🙂
tabi yol üzerinde bir kaç farklı durağa uğradık, çünkü apostleslar farklı noktalarda, buralarda başka yine aynı şekilde oluşmuş doğa harikaları da vardı, mağara ayrı, ustura kayası ayrı. fotoğraflarda onlar da mevcut. nehrin okyanusa kavuştuğu bir yerde mevcuttu ama su debisi az olduğundan tam kavuşamamışlardı, türk filmi gibi duruyorlardı 🙂
bu güzelliklere uzaktan bakmakla yetinmiyor insan, heybetini hissetmek için aşağıdan yukarıya bakmak lazımdı. eloğlu bunu da düşünmüş. yapmış basamakları, indirdiler bizi kumsala. aman allahım, o nasıl bir tablo. koskoca bir duvar arkanda, önünde okyanus, içinde kocaman kayalar, insan bir tuhaf oluyor bu azamet karşısında. ilk çağlarda buralarda yaşasan tanrı diye bu kayalara tapınılabilirmiş diye konuştuk aramızda.
aslında great ocean road çok uzun bir rota, bir gün yetmedi tamamını görmemize. ama günler kısa olduğundan hava erken kararmakta ve sevgili arkadaşımız aracı kullandığından ve onu çok yormak istemediğimizden erken dönüş yoluna geçtik. tabi acıkmamızın da etkisi mevcut bu durumda. güzel bir geziydi. umarız diğer Avustralya efsanelerini de yakın zamanda ziyaret etme fırsatı buluruz.
gülce&tayfun