Yarim İstanbul Yolum İstanbul

“bu şehr-i sitanbul ki bi misl ü behâdır bir sengine yek pâre acem mülkü fedâdır”
nedim.

gülce’ye istanbul dendiği anda aklına gelen ilk sözler ne oluyor diye sorduğumda aldığım yanıt nedim’in bu dizeleri.
wikipedia’ya göre türkçe verisyonu “bu istanbul şehri ki misli benzeri yoktur bir taşına bütün acem mülkü fedadır” şeklinde. evet eşi benzeri olmadığını dünyanın tamamını gezmesek de aldığımız havada, bastığımız toprakta hissediyoruz resmen.
istanbul bir virüs, istanbul bir bela, istanbul bir “yenecem seni” şehri ya da başka bir deyişle “sen mi büyüksün ben mi” ya da fatih sultan mehmet’in dediği üzere “ya ben O’nu alacağım ya O beni” denilen yer. fatih kadar şanslı olamayan milyonlar için İstanbul kazanan şehirdir.
bu da bir istanbul yazısı işte. internet alemindeki milyonlarca güzellemesinden biri. kendi yazımız olması münasebetiyle kendi istanbul’umuz.

istanbul’un renklerini keşfetmek, sokaklarına bakmak, nefesini solumak ayrı bir tat. tabi şimdi bu noktada hepimizin aklına “ya kardeşim bi siktir git, trafiğinde nefes alınmaz, insanı insan değil, pahalılığı ayrı dert” serzenişleri gelmiyor değil. ama işin o kısmı hayatta kalma mavrası. bizim derdimiz hayattan keyif alma noktası. yeşile bakınca orman, maviye bakınca deniz görmek. derdimiz ayrı yani. bizimki aşkla, tutkuyla bağlanmak bir mekana, bir semte ve bir şehre.

sokakta hayat var diyerek başlıyoruz sözlerimize.

ist
ekovizyon.com sitesinden alıntıdır.

yürümek bir şehri keşfetmenin en güzel yolu. taş duvarlara dokunmak, birine kolay gelsin demek, kırmızı da geçmek için arabanın hızı, benim hızım, aradaki boşluk hesabı yapmak falan bu şehrin tuzu biberi. ve bunları yapabilmek için başlıyor rotamız.
ilk durağımız taksim, istiklal, tünel. istiklali bilmeyen yoktur sanırım. kıvrımlı arnavut kaldırım yol üzerine sağlı sollu binalar ve ara sokaklar. istiklali tanımanın en güzel yanı işte o arka sokaklar. hep derler tekinsiz diye. aldırmayın, dalın içeri. ağa cami, mis, büyük, küçük parmakkarpılar. hepsi birbirine çıkar burada. bilenler için caddenin eski ağaçlıklı hali daha bir hoştur. ve tramvaya takılmak liseye kadar. liseden sonra başlar asıl cadde. bir anda tarihin değiştiğine, zamanın ne geçmiş ne gelecek ama sizin tam olmak istediğiniz zaman olmasına şahitlik edersiniz. insanlar bile değişir. belki takım elbiseli değiller ama belli, bi’ yakınlık var. yol üzerinde ki hatıraları anlatmaya geçmeyelim. uzun mevzu olur. tünele doğru atalım adımlarımızı. tabi arada asmalıya bi’ selam verelim. tekelden bir tuborg alalım, köşesinde serinleyelim öyle devam edelim. tünele varınca rotamız karşıdaki sokak. yani sağa kıvrılıp tramvayın ilk durağına girmiyoruz. tam karşıya galata mevlevihanesinin sokağına dalıyoruz. mevlevihaneye uğramak lazım. dinginliği ve suskunluğu ve “suskunları” ile sizi ağırlamaktan gurur duyacaktır. çıktıktan sonra türlü müzik ve kıyafet mağazaları ile galata kuledibine sallanıyoruz. kulenin ihtişamını anlatmaya gerek yok. sinagogun olduğu sokaktan, arkada kule olacak şekilde pozumuzu vererek aşağıya bankalar caddesine doğru meylediyoruz.

bankalar caddesi ve karaköy. artık denizi görüyoruz. hava daha bi’ güzel, martı sesleri daha bi’ anlamlı. kaosun güzelliği başlıyor artık. yetmiş yedi cihandan insan burada. ortak amaçları balık ekmek yemek. domino taşının yarattığı etkiyle bir şeyi biri alırsa burada herkes alır. ufak ufak köprünün üstüne çıkıyoruz. bir tarafımız boğaz, bir tarafımız haliç. ihtişamsa ihtişam, aşksa aşk. öyle bir manzaraki bir yandan “nerdeyim ulan ben” derken öte yandan tarihin getirdiği romantizm ve acıklı hikayelerle derdest oluyoruz. bağlanıyor yüreğimiz. e kolay mı altıyüz yıla yakındır bir imparatorluk yönetildi o taş zeminde. kimlerin kafası uçmadı, kimler tahtından edilmedi, hangi fetih için lokma dağıtılmadı, hangi hünkar için para bastırılmadı o bastığın yerde.
ama hayal dünyasına yeni giriyoruz. köprüyü geçer geçmez eminönü tüm ihtişamı ile karşılıyor bizi. yapmamız gereken basit. mısır çarşısı turu. ama siz çoktan balık ekmeğe gittiniz bile. oysa biz çarşıyı gezip iyice bi’ acıkıyoruz. çünkü o tarih tozu var ya, açlık sebebi. hem mideye hem gönüle. ehhmmm. neyse çıkıyoruz çarşıdan. yeni camiyi solumuza alarak ilerliyoruz. postaneyi geçip cağaloğlu yoluna giriyoruz. ama yukarı bir iki çıkarken hocapaşa sokağına uğramamak olmaz. işte burası tarihi yarımadanın gurme sokağı. kebapçı, köfteci, mis kokular. rumeli köftecisinde Tom Braks’ın kankası köfteci’nin sevdiği tombul köftelerden indiriyoruz mideye.(çoğul konuştuğuma bakma okuyucu gülce vejateryan olduğundan salata ve közlenmiş biber domatesle idare ediyor) balık ekmek hikaye desek kızmazsınız heralde. bu sokağın ruhu başka. isterseniz biletinizi alarak hocapaşa kültür merkezinde bir semazen gösterisi de izleyebilirsiniz.
cağaloğlu’nun arnavut kaldırımlı sokakları bizi kendisine çekerken artık minareler ortaya çıkmaya başlıyor. çünkü sultanahmet çağırıyor bizi. tramvay yolundan değil gülhane parkının yanındaki ara sokaktan içeri dalıyoruz. elli metre gittikten sonra solda ilk defa gidenin girmeyeceği bir kapıdan bir resim sergisine dalıyoruz.(gülce’nin ve çok sevdiği dostunun mekanı) çıktıktan sonra da yukarı ve küçük ayasofyadan büyüğüne uzanıyoruz. ayasofya cami mi olmalı, müze mi kalmalı polemiği bize gelmez. biz ruhuna bakarız. bizi kabul ediyor mu? biz onu kabul eyledik mi? derken sultanahmet camii. bu yapıların dili var ve bize sesleniyor. gelin diyor. dünyaya neden geldik, bu bilgi bizim ne işimize yarayacak ve ıvır zıvır tüm soruların cevabı sanki duvarlarda saklı. sultanahmet’in etrafında dolaşıyoruz. şerbethaneden geçiyoruz arkadaki aresta bazaar’ı yürüyoruz ve diğer köşesinde küçük bir cafe karşılıyor bizi. caminin minarelerine hayret ederken yudumluyoruz çayları. bu küçük bir mola. yürüyüşümüz devam ediyor.
sultanahmet meydanını geride bırakarak yeniçeriler caddesine geliyoruz. divanyolunda yürüken ıı.mahmut ve atalarına selam veriyoruz. neden ıı. mahmut derseniz ironik şekilde türbesinin bulunduğu cadde, kaldırttığı yeniçerilerin ismini almıştır ya da verilmiştir.

türk ocağı, balkan türkleri, türk edebiyatı vakfı ve diğer edebiyat vakıfları. tarih, sanat, edebiyat, kan, göz yaşı hepsi burada vatandaş. biraz meraklı olanlar bilirler. osmanlı’da devrim, darbe, jurnal gece yarısından sonra sabaha karşı olur. hele edebi metinlerde yağmurlu gecelerde at süren padişahlar, derviş dergahına giren sultanlar çok popülerdir. işte bunların hepsini size vadediyor bu sokaklar.
az biraz daha yürüyoruz. çemberlitaşı geçip son durağımıza geliyoruz. çorlulu ali paşa medresesi. kısaca medrese. burası erenlerin dergahı. ve bir güven malikanesi. içeri girdiğiniz anda karşılaştığınız, içinize çektiğiniz hava size eve gelmiş hissi yaratabiliyor. ve tabi nargilelerin dumanından dolayı biraz da baş dönmesi. bir divana kıvrılıp dinlenebiliriz artık nefesini çektiğimiz, fokurdattığımız nargileler ve içtiğimiz türk kahveleri ile. bir film sahnesi olsa kamera başımızın üstünde 360 derece dönerek havalanır ve gözden kaybolurdu. biz ona bakarken güneşe doğru.
istanbul’mu dediniz? istanbul içimizde. bu demler hep hikaye bize. ıı.mahmut bağdat’ı aldıktan sonra ne demiş; “bağdat’ı almaktan ziyade, almaya çalışması mı güzeldi ne” işte bizim içinde istanbul’da öyle.

“yaşamaya çalışmaktan ziyade gezmesi mi güzeldi ne?”

çınar

tayfun

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s